Dünyanın Gözbebeği Amasra

Dünyada ve ülkemizde görüp göreceğiniz en güzel adreslerden birine davetlisiniz bu ay.  Mavisi ve yeşili kimi gün batımlarında kıpkızıl gökyüzüyle bir ebru tablosunu anımsatan güzelliği ile Amasra mütebessim çehresi ile ziyaretçilerini bekliyor. Şehre girişi Gezgin sayfalarından yapabilirsiniz. Daha sonrası için Amasra sizi bekliyor.

Esamos veya Sesamos. Ya da haşmetinden geriye sadece şirinliği kalmış, kraliçenin şehri Amastris… Bir zamanlar, aralarında Fenikeliler, Megaralılar, Miletliler, Akhalar ve Cenevizlilerin de bulunduğu cümle tüccar ve denizci kavmin göz bebeği, namı denizler aşan Amasra… Karadeniz’in o dik kıyı dağlarının eteğinde beş küçük adanın dördünün zamanla birleşmesiyle meydana gelmiş küçük bir düzlükte ve bu düzlüğün devamı olan tepelerde yer bulmayı başarmış, antik korsanların ve tüccarların kenti.

Kuzeyinde Karadeniz, güney ve güneybatısında Bartın, doğusunda Kurucaşile ile çevrili İsimleri Boztepe, Zindan, Küçük Ada ve Tekke Tepesi diye söylenen birleşik adalar ya da adamsılardan müteşekkil bir yarımadadır asıl itibariyle burası. Bir de Büyük Ada ya da Tavşan Adası diye söyleneni vardır ki, o tastamam müstakil bir adadır işte.

Amasra, bu uzun takdimden daha uzun ve daha derin bir tarihe sahip aslında. Adı kurucu prensesine izafeten Amastris’ten gelme. Ondan evvelki adı ise “Esamos” ya da “Sesamos” diye geçiyor kaynaklarda. Sesamos.. yani bildiğimiz susam. Amasralıların söylemesine göre bu ismi Boztepe yamaçlarında açan yabani susam çiçeklerinden almış.

Bu gün Batı Karadeniz’in çiçeği burnunda ili Bartın’a bağlı,  Kömür işletmesinin gölgesinde bir sanayi kasabası kimliğiyle mütevazi bir hayat sürdürüyor gibi görünse de aldanmayın siz. Vakti zamanında çok canlar yakmış, bol konuklu ve hareketli bir ömür sürmüş; güngörmüş bir tarihe  sahip, çok ama çok eski bir kenttir Amasra.  Geçmişi milattan evvel iki binli yıllara kadar gidiyor. Onun için önce kuşbakışı bir tarihçe vermeli Amasra’ya dair. Sonra güzelliklerine değinmeli, nerden nereye gelinmiş bilinsin diye.

Amasra’nın varlığını borçlu olduğu coğrafya, ilk olarak, ünlü coğrafyacı Amasyalı (Amasralı değil!) Strabon’a göre İskitler’in bir kolu olan Amazonların gelip şehirlerini kurup yerleştikleri bir memleket imiş. Bir başka rivayet ise Gasgas ve Hitit egemenliğinden söz eder. Hatta Kimmer’lerden bile bahsedilir. Sonrasında ise tüccar ve denizci kavimler devri başlar. Önce Fenikelilerin uzak ama önemli kolonilerinden birisi olan şehir, İon kolonizasyon hareketleri neticesinde Miletli ve Megaralı denizcilerin eline geçer ve kısa zamanda bütün Batı Karadeniz kıyıları boyunca önemli bir ticari cazibe merkezi haline gelir.

Bu dönemde köle ve değerli maden ticaretiyle adı çıkar, namı yayılır.  Hatta bir ara yine denizci bir halk olan Akhalar ve onların torunları, Kafkaslarda önlerine çıkan beldeleri yağmalaya yağmalaya sahibi oldukları Amasra şehrine taşırlar ganimetleri. O kadar ki, bu dönemde şehrin hane sayısı yedi bine kadar ulaşır. Bu da o devre göre oldukça kalabalık sayılır haliyle.

Yine de haksızlık etmemek gerek sadece yağmacılık ve ganimetle geçinmez şehir. Üretim ekonomisinde de epeyce yetkin bir şehirdir  Amasra. Bünyesinde bolca bulunan gürgen, şimşir, ıhlamur, kestane ve kayın türünden ağaçlardan imal ettikleri ahşap ürünlerinin ünü daha o zamandan dünyayı tutmuştur.
Bir ara Lidyalıları da misafir eden şehri çok geçmeden Persler ele geçirir, sonra da Persleri Anadolu’dan kovan Makedonyalı Büyük İskender.  İskender burada yönetime dolaylı yoldan müdahil olmuştur desek olur aslında. Yönetim önceleri Makedonyalı bir subayda iken sonra yeniden bir Pers asıllıya geçmekte gecikmez. Kaderin cilvesi yeni yönetici İskenderlidir lakin, Perslidir aynı zamanda.

Nakildir ki, aynı zamanda İskender’in Baldızı olan Persli prenses Amastris,  Heraklıu’a (bu günkü Karadeniz Ereğlisi) gelin olur. Koca yönünden pek de talihli olduğu söylenemez prensesin.. Başından geçen birkaç evliliğin neticesinde son eşinden de umduğunu bulamaz. Zira son kocası iflah olmaz bir tembel olmuş çıkmıştır ve gün geçtikçe de şişmanlayıp hareket yeteneğini yitirmektedir. Bunun üstüne bir de çocuklarıyla aralarında geçen bir anlaşmazlık kraliçeyi Sesamos’a çekilmeye zorlar. Şehri, yeni sahibesi olarak, tepeden tırnağa imara boğan eskinin prensesi yeni kraliçe, burayı tam bir refah ve zenginlik diyarı haline getirir. Şehre, bugüne kadar gelen ismini ve kişiliğini kazandıracak dönem de başlamış olur böylece.

Prenses Amastrist tam on dört yıl bağımsız bir şehir devleti olarak yönetmiş şehri, lakin yine de bir cinayete kurban gitmeyi engelleyememiştir. Prensesin öldürülmesinin akabinde bu sefer de şehri Trak Kralı Lizimakos ele geçirir, ondan sonra da bazen bağımsız beylerin, bazen de Pontusların arasında el değiştirir durur mütemadiyen. Arada Marmaralı korsanların yağmalarına da maruz kalan  Amasra,  milattan önce yetmiş yıllarında Roma ordusuna teslim olur. Böylece  bir de Roma cilası çeker üzerine.  M.S. 395 yılına kadar süren bu dönemde artık tam bir Romalıdır Amasra. Adı da Amastris iken “Amastedos” olur. Kent Roma’dan  Bizans yönetimine geçer daha sonra.

1071 Malazgirt Savaşı sonrası Kutalmışoğlu Süleyman Şah önderliğindeki Anadolu fetih hareketlerinin bir ucu Amasra’ya kadar uzanır bir ara. Emir Kara Tigin komutasındaki Selçuklu ordusu şehri kuşatır, lakin alamaz. Bununla birlikte buradaki Bizans garnizonunu vergiye bağlamayı da başarır.  Vaktinde Bizans’taki taht kavgalarının üslerinden  biri olan Amasra, Roma döneminde de ticari niteliğinden daha çok Hıristiyanlığın önemli dini merkezlerinden biri olarak öne çıkmıştı. Ticari hayatın yeniden canlanması ise Anadolu Selçukluları devrinde Selçuklu hükümdarı Rükneddin Süleyman Şah’la geliştirilen dostane ilişkiler neticesinde ve on üçüncü yüzyıldaki Ceneviz hakimiyetiyle olur.

Meşhur Karadeniz seferi sırasında yöreyi gören Fatih, yanındaki vezirine “ Lala, Çeşm-i Cihan bu mudur ola?” demekten kendini alamaz. (günümüz Türkçesine “dünyanın gözü dedikleri yer burası olsa gerek” diye çevirsek, meram anlaşılır sanırım). Yıl  1460. İstanbul’un fethinin üzerinden  daha yedi yıl geçmiş yani. İstanbul bu sözü duymuş mudur, duysa da kıskanmış mıdır bilmiyoruz ama, nice beldeler, kaşaneler görmüş, onu bırakın, İstanbul’u görmüş bir Fatih’e bunu söyletmeyi başarabilmiş bir şehirdir Amasra.  Osmanlılarca savaşılmadan alınan şehir, fetih hakkı olarak iki kilisesi camiye dönüştürüldükten sonra Bolu sancak beyliğine bağlı bir kadılık haline getirilir ve uzunca bir süre de öyle kalır.

Milli mücadele yıllarındaki kararlı ve yararlı faaliyetleriyle adından bir kez daha söz ettiren Amasra’nın, 1930’lu yılların sonlarına kadar esamisi okunmaz pek. Bundan sonrası için ise talih çizgisi bambaşka dolaylarda seyretmeye başlar.

1930′lu yılların sonuna gelindiğinde,  bu sefer tatil beldesi hüviyetiyle, yeniden ilgi çekmeyi başarmış Amasra. Bu potansiyelinin keşfedilmesi biraz da Ankara’ya göreceli yakınlığı nedeniyle. Malum Ankara’da deniz yok.  E, tatil deyince de akla deniz gelmekte. Dolayısıyla yeni başkent Ankara’dan rical-i devlet ve cümle memurin Amasra’yı kendilerine en yakın ve en uygun sayfiye yeri olarak seçerler.

Üstüne bir de Karabük Demir Çelik Fabrikasının mühendislerinin oluşturduğu turist kafilelerinin  sık sık ziyaretleri eklenince 1940’lar sonrası  namı yürür Amasra’nın. Ve şehir kısmen de olsa eski canlılığını kazanır. Ellili yıllarda ise Amasra’dan en güzide “sayfiye yeri” diye söz edilmektedir artık. Bu yıllar aynı zamanda ülkemizin turizme uyandığı yıllar. Özellikle 1950 ve1960’ lı yıllarda, Akçakoca ve Erdek ile beraber Amasra da Türkiye turizminde öncülüğü yakalamış bir turistik belde idi. Ama sonra ne olmuşsa olmuş arkasını getirememiş bu öncülüğün.

Bununla beraber yine de 1968 yılı ve sonrasında Amasra’yı ziyaret eden  epeyce meşhur zevatın olduğunu da eklemek gerek.  Ziyaretçileri arasında Zeki Müren, İdil Biret, Suna Kan gibi sanatçıların da bulunduğu bu demler, aynı zamanda şu bildiğimiz anlamda kirletilmiş turizm anlayışından azade olarak Amasra’nın turizmdeki altın yılları olmuş uzunca bir vakit.

“Peki, nedir Amasra o vakit?” sorusunu ise kısaca şöyle cevaplasak olur zannımca: yedi tepesi beş yarımadası, iki koyu, iki adası olan eşsiz ve de harika bir belde-i şahane. Güzellere inci olmak yakıştırılır. Amasra da öyle. O da Karadeniz’in incisi.. Doğası doyumsuz manzaralarla dolu, geçmişi ise tarihi kalıntıları ile ayrı bir dolu. Velhasıl, “dünyası böyleyse cenneti nasıldır acep?” dedirten bir cihan köşesi Amasra.

Amasra’nın görsel güzelliğini; “eşsiz”, “muhteşem” ve diğer güzel nitelemelerle, listeyi uzattıkça uzatarak, anlatabilirsiniz ancak. Hele bir de şehre hakim bir tepeden denize doğru uzanmış o burnu, burnun iki yanında korunaklı birer doğal liman görevi gören iki koyunu ve ana karaya bağlı adalarının yanında bağımsız adalarını panoramik olarak seyredebilmişseniz, geldiğinize geleceğinize ne kadar sevinseniz azdır.

Tarihi nerdeyse üç bin yıllık Amasra’nın. Bu da epey eski bir birikimi olduğunu gösteriyor haliyle. İşte bu birikimlerin günümüze kadar gelebilenleri ya da ortaya çıkartılabilenlerini gezmeden ya da tadımlık da olsa yaşamadan gitmekle yazık edersiniz. Amasra’ya değil elbette, kendinize.

Evvela açlığın tadını alıp iştahınız galip geldiğinde bir balığından tatmalısınız Amasra’nın. Ve balık, Amasra’nın o meşhur salatası olmadan yenmemeli asla. Bu salata ki, pek özellikli gelmeyebilir ilk anda size. “Ne var her zamanki bildiğimiz salata işte?” diyebilirsiniz. Lakin, öyle değil. Israrla istemeli ve usulünce servis yapılmasını da söylemelisiniz. Her zaman olduğu gibi bu salatanın sırrı da sosunda saklı. Sosu ise kabından başka bir şey değil.  Hadi, “keramet”, diyelim biz de ona, armut ağacından mamul salata kasesinde yani. Tamamı el işi bu kaselerin. Salataya hususi bir aroma katan da bu zaten.  Üstüne  daha helva da yenilecek unutmayın!

Yemeğinizi yedikten sonra, gezelim derseniz şöyle bir, o zaman Çekiciler Çarşısı’nın yanındaki Amasra Kalesine çıkmalı ve tepesinden bir kez daha Amasra’yı temaşa etmelisiniz illa ki. Elbette, çay eşliğinde.

Hani çay içmekse maksat, sahil kenarında da oturup çay içilebilir. Bu arada şehrin içinde de gezebilirsiniz. Ya da Mendirekte yürüyüş yapabilirsiniz. Hoşnut olmayanı pek çıkmamıştır şu nerdeyse şehrin kendisinden daha büyük olan Mendireği gezmekten. Olmadı biraz gözünüzü uzaklar için karartıp tekneyle de çevreyi bir dolaşabilirsiniz. Bir de yazın gelmişseniz iki plajında ve tertemiz mendirek kıyısında isterseniz denizle doya doya hasret giderebilirsiniz. .

Bunlardan maada, biraz daha tarihle haşır neşir olmaksa muradınız; o zaman da Kuşkayası Yol Anıtını görmeniz salık verilir. Bu anıt,  Roma döneminde Doğu Eyaletleri İnşaat Ordusu (Legion) Komutanlığı yapan Gaius Julius Aquilla tarafından yaptırılmış.  Yapı, bir çeşit  karayolu dinlenme yeri ve anıtı.  Ya da Bedesteni, Fatih Camiini, Kemerdere Köprüsünü, İçkale Mescidini, Antik Tiyatroyu, Oyma Mağaralar veya, Gürcüoluk Mağarasını gezebilirsiniz. Buralar da gezilip görülmesi şiddetle tavsiye edilen yerlerden.

Ayrıca Amasra’nın yat ve teknelerin güvenle barınabileceği iki limanı var. Bu özelliğinden ötürü Karadeniz Yat Yarışlarına da ev sahipliği yaptığını da ekleyelim bu arada. Yatçılığın yanında su altı dalışları, yelken, kuş gözlemciliği, mağaracılık, avcılık ve trekking gibi doğa sporları için de oldukça müsait mekanlara sahip olan Amasra, bu yönüyle de konuk ağırlamaya pek hevesli. Doğrusu haksız da değil, bu hevesinde.

Her gün dolup boşalan meşhur ve özgün balık lokantalarının yanında Otelleri var bir de Amasra’nın, küçük ve şirin. Bir de “ilk turizm beldesi” olma günlerinden kalma tecrübeyle işletilen ev pansiyonları.

Amasra’nın “çekiciliğinden” bahsetmeyen bir Amasra yazısı eksik kalmış sayılır. (Böylece  tanıtıcı yazıların kimisinde  yapılan“çekicilikle” ilgili çift anlamlı kelime esprisini biz de yapmış olduk kendimizce). Efendim, çekicilik bir meslek. Daha doğrusu el sanatı, zanaat yani. Günümüzde ancak birkaç ustası kalmış, kökeni Amasra’nın Sesamos olduğu döneme kadar uzanan bir zanaat hem de.

Kabaca ve kısaca, ağaç oyma ve ağaç el işçiliği diye tanımlanabilecek olan bu arkaik meslek, zanaatkârlarının bir arada bulunduğu Çekiciler Çarşısı’nda hayata tutunmaya çalışıyor hala.  Evini şenlendirmek, arkadaşını sevindirmek isteyen; “Amasra Hatırası” nevinden yöreye has ağaçlardan  mamul (ki, şimşir ağacı en asal malzemedir antik zamanlardan beri) yine yöreye özgü meşhur tahta kaşık, (kel başa) şimşir tarak, çatal, havan ve  (armut ağacından) salata tabağı  gibi avadanlık satın alabilir. Bunu anlatan herkes gibi biz de konuyla ilgili  ikazımızı  yapalım: İlla ki, pazarlık edin. İyidir.
Bunca yoğun tarihine bakarak büyük bir şehre geleceğinizi düşünmeyin sakın. Üçüncü adımınızda şehrin dışına çıkarsınız desek belki abartmış oluruz, lakin küçümen ve şirin bir şehre geleceğinizi de bilin isteriz.  Evet birkaç saatte gezilip görülebilir ve bitebilir şehir. Ama birkaç saatten daha uzun bir vakit kalarak, örneğin birkaç gün, size aylarca yetecek güzelliklerle dönebilirsiniz Amasra’dan.

Bir de bir söz var,  İsmail Habib Sevük’e atfedilen. Söz, doğrudan Amasra ile mi ilgili bilmiyoruz, ama biz onunla bitirelim bahsimizi. Siz ne tarafı uyarsa onunla amel edersiniz.

Der ki hazret: “görsen yazık dersin, görmesen yazık edersin.”

Yazı: Asım Fahri Çelik

Bu yazımızı okuyan 2.341. takipçimizsiniz.

Süleyman Özen

Karabük doğumlu. YTU İnşaat Müh. bölümü mezunu, Yüksel Lisansını İTÜ'de tamamladı. Uludağ Üni. İnşaat Müh. Bölümünde Araş. Gör. olarak görev yapmaktadır. Mesleği gereği İnşaat ve Yapı dünyasındaki gelişmeleri yakından takip eder yurt içi ve yurt dışındaki iş ve gezi seyahatlerindeki gözlemlerini paylaşır. Farklı kültürleri keşfetmeyi ve öğrenmeyi sever. Sıkı Beşiktaş taraftarı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir