Denizi Özleyenler için

Dalgalar önündeydi, masmavi ve özgür. Uçsuz bucaksızlığının verdiği çekicilikle onu çağırıyordu. Sonunda, sonunda kurtulacaktı kuru yaşamının kuru prangalarından. Kara kuru, dırdır küpü mutsuz karısından; daha da kuru, her daim aç, her yeni gelenle Levent’in ruhunu daha da daraltan on üç çocuğundan; her gün sürmek zorunda kaldığı çatlak topraklardan; tek odalı soluk divanlı toprak evinden, su yüzü görmeyen uyuşuk köyünden; onu denizden uzaklaştıran herkesten ve her şeyden…kurtulacaktı en sonunda. Denizin ferah ıslaklığı, tüm kuru yükleri ruhundan söküp atacaktı Levent’in. Az kaldı… çok az. Birazdan en tepelerden mutluluğa dalacak; deniz, Levent’i mavi, serin, ana kucağı gibi kucağına alacak… ona hışırtılı, duygulu ninnilerini söyleyecek… Levent, sonsuz uykuya onun kucağında dalacak…

 “Kalk, Levent, kalk!”                                                                                                                                                     “…”

“Levent! Kalk dedim!”

“Hmm?”                          

“Ne ortalığı ayağa kaldırıyorsun öyle? Rezil olduk elaleme! Konu komşu arkamızdan fısır fısır konuşsun mu istiyorsun? Kalk heriiif, kalk!”

“Ne diyorsun hanım?”

“Ne mi diyorum? Bağıra çağıra gülen sen değilsin sanki! Senin yüzünden ortalık ayağa kalktı! Bir kahkaha atıyorsun, bir kahkaha atıyorsun, sorma yani! Ne gördün rüyanda da senin yüzünden uykularımız zehir oldu?”

   Karısının yüzüne baktı; çiroz, pörtlek gözlü, riyakar yüzüne… kem bakmaktan göz kenarları, dudakları da her şeye dudak bükmekten kırışmış, kulakları her dedikoduya kulak kabartmaktan aşınmış… Levent nasıl da arıyordu tayfaların riyasız, hilesiz, dürüst, kardeşçe duygularla ışıldayan yüzlerini, kaptanının babacanlıkla aydınlanan yüzünü!

    Karısı hala bir cevap bekliyordu, ortada birleşmiş kapkalın kaşını çatmış ve yalancılıktan, çıkarcılıktan ışığı sönmüş gözleri öfkeyle bakar bir halde. Levent yorgunlukla baktı ona. Başta “Hiçbir şey, hanım” gibi yumuşak bir cevap vermeyi düşündü. Tam ağzını açmıştı ki, bir ses fısıldadı kulağına; hışırtılı ama masum ve temiz: “’Denizi gördüm’ de” diyordu. Hiç şüphesiz denizin sesiydi bu. Levent avazı çıktığı kadar:

   “Denizi gördüm! Evet, onu gördüm! Ona karışıp yok olmak için her şeyimi verirdim! Onun güzelliğinin bir parçası olup boğulmak, bu kokmuş evde her gün özlemimle boğulmaktan bin kat daha iyidir!” dedi. Bunları söyledikten sonra, havada çınlayan bir sessizlik oldu. Dinlendiren hoş bir sessizlik değil de, uzadıkça ağırlaşıp huzursuzluk veren türden bir sessizlik. Karısının kaşı daha da çatıldı. Bu arada on üç çocuğun da çarpık bacakları titrer bir halde şaşkın şaşkın baktığını ikisi de fark etmemişti. Çocuklardan biri: “Ne oldu ana, baba?”diye sordu. Kadın öfkeyle döndü: “Döşeklerinize dönün, sizi sıpalar! Yoksa yarın hepinize bir güzel sopa çekerim, duydunuz mu?” Çocuklar bir anda toz oldular. Kadın Levent’e: “Ayrıca seninle hesabımız da bitmedi daha! Göreceksin, bana bağırmak ne demekmiş! Gerizekalı kardeşinin o batasıca tekneden düşüp boğulduğunu bilmiyorum sanki! O yüzden gelmedin mi buraya? Şimdi ne hakla bana bağırıyorsun? Ne senin derdin, hı?  Ne?” Levent hiçbir şey söylemedi. Ne söylesindi ki, onun içini kemiren özlemi o kadının asla anlayamayacak olmasından sonra? Levent’in bu hilekarlığa batmış köyden nefret ettiğini hangi kelimelerle dile getirsindi, veya denizdeki canlılıkla köydeki ölü hırs arasındaki uçurumu nasıl ifade etsindi? Hayatı boyunca “Ya ezeceksin ya da ezikleneceksin” bir adım dışına çıkamamış karısına tüm bunları nasıl açıklasındı, açıklasa da ne fark ederdi? Böylece Levent, kalktı. Gezintiye çıkıp, biraz kafa toplayıp, karısının anlamsız ve mutsuz dünyasına geri dönecekmiş gibi değil de, kalkıp bir daha asla geri dönmemek üzere mavi sevgilisine dönecekmiş gibi kalktı. Karısına ve artık arkada bırakmak üzere olduğu köye ikinci kez bakmadan, toprak evin toprak kapısını son kez tutup çekti. Onu arkasından çekmedi, çünkü deniz dışında hiçbir şeye bir kere daha dokunmak istemiyordu. Çocuklar ciyak ciyak ağlar, karısı da ciyak ciyak bağırırken, o inanılmaz bir hızla koştu, son kez görüldüğü yolun kıyısındaki karanlığa karıştı.

        Bir ay sonra, Bodrum’da geceleyin sahil yürüyüşüne çıkmış iki genç, birbirlerine yaslanmış yürüyorlar. Biraz önce çıktıkları barın renkli, hiçbir şeyi takmayan havasını üstlerinde taşıyan votkaları hala ellerinde. Bir süre sonra kız yoruldu. Sevgilisine:

“Aşkım gel biraz şurada takılalım. Bak bu gece deniz ne güzel.” Dedi. Sevgilisi:

“Yok, senin kadar güzel değil.”deyip yanağından öptü. Gülüştüler. Dalgaları seyrederken, bir anda siyah dalgaların parıltısını bozan garip bir şey gördüler. Gençlerin yarı meraklı yarı endişeli bakışları altında, cisim yavaş yavaş yüzeye çıktı. Ne olduğu anlaşılınca, kız öyle bir çığlık attı ki neredeyse deniz sarsıldı. Sevgilisi yatıştırıcı bir edayla ona sarıldı ama onun da deli gibi titrediği gözden kaçmıyordu. Ama cesetle ilgili onları şaşırtan bir şey vardı. Sanki cennetteymiş gibi gülümsüyordu. Gençler onun neyin bu kadar mutlu ettiğini merak etmekle beraber, bir yandan da adamın deli gibi özlediği bir şeye kavuşmuş gibi bir havası olduğunu da çıkarabiliyorlardı.     

Yazı:  Hatice Zeynep Ceylan

Bu yazımızı okuyan 991. takipçimizsiniz.

_Genç _Yolcu_

GencYolcu.com Kurucusu

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir