Silgi

Ne anlatılacak kadar hikayesi var ne de yazmaya yetecek kadar kelimesi. Zorlanarak da olsa “okul” diye uyanmak. Dilimde ne alemi var sabahın bu saatinde okula gitmenin terennümüyle yürürken birden okul bahçesinin kapısında bütün tatsız halim bitiverdi.Yerini içimdeki sevgi ve bu sevgiyi kucaklayacak öğrencilerim almıştı. Ve duayla birlikte etrafımda öğrencilerim, öğretmenler odasına gidişim yahut gidemeyişim. Düz olan yollarda sanki ayaklarıma çakıl taşları takılıyordu. Öğretmenler odasında bir iki hasbihalden sonra dersin başladığını söyleyen zil sesini duydum. Heyecanlı adımlarla sınıf kapısından içeri girdim. Müthiş bir alkış ve muhtaç gözlerle bakan rengarenk gözler ve tebessümler.

Bütün bu tebessümlere bende karşılık veriyordum. Bütün ders sadece ışıl ışıl bakan gözlere bakmakla da geçebilirdi. Onların bakışındaki anlam beni derinden etkiliyordu. Artık onlarla konuşma zamanı gelmişti…En kolay yollardan biridir bu “nasılsınız arkadaşlar’’.Sımsıcak cevaplardan sonra onlara göre soğuk bir soru daha sordum.

Derse gecelim mi? Artık birbirimize iyice ısınmıştık zamanın nasıl geçtiğini ne onlar fark ediyordu ne de ben. Kalplerimizde kayboluyordu zaman. Ve dersimizi teneffüs zili bitirivermişti. Çantamı topladım biraz olsun bahçeye çıkıp hava almak istemiştim. Sınıf kapısına doğru yavaş adımlarla ilerlerken birden sarsıldım ve koluma sarılmış bir öğrenci. Yalvarır gözlerle teneffüste de onlarla olmamı istiyordu. “Ne olur 10 dakida daha öğretmenim.

Siz bize bir şeyler anlatın biz dinleriz.’’ diyorlardı. Kıramadım onları bir sıraya oturduk ve onlarda benle birlikte bütün oturma planına isyan edermişcesine yamacıma oturmaya çalışıyorlardı. En yakınıma oturan muzaffer bir komutan edasındaydı. Etrafımda çember olmuşlardı. Bir an korktum nefes alamadığımı hissettim. Bir süre sonra sessizlik sağlandı ve sessizliğe kurşun atar gibi ilk soruyla ders arası sohbetimiz başladı. Sohbete susamış bir topluluk vardı karşımda. Sorular ardı ardına geliyordu.

Sorularla birlikte etrafımdaki öğrenciler de artıyordu. Ben anlattıkça onlar daha da susuyorlardı. Birden gözüm birkaç öğrenciye ilişti. Onların beni uzaktan dinlediklerini fark ettim. Uzaktaydılar ama dinliyorlardı. Uzaktaydılar ve onlar da susamışlardı. Onlara doğru “arkadaşlar siz bu sınıfta değil miydiniz.? Bu müşfik soru karşısında, fark edilmenin de sevinciyle dudaklarından “maalesef hocam değiliz” gibi bir cevap dökülmüştü. Bakışlarımdan da cesaret alarak lütfen hocam dersinize bizi de alın diyorlardı.

Fakat onların başka bir dersi olduğunu yine onlardan öğrenince bunun olamayacağını söyledim. Onlarda farklı taktikler deneyerek dersimize girebileceklerini söylediler. Mesela hasta olduklarını ve M. Yardımcılarından izin alabileceklerini söylüyorlardı. Ama ikna olmamıştım ve cevabım yine hayırdı. Hayır… Din kültürü ve ahlak bilgisi dersine girmek için üretilen nedenler(ne kadar masum olsa da) dersin amacıyla çelişiyordu. Zorlu bir ikna mücadelesinden sonra yalvaran gözlerde artık kabulleniş görüyordum ve şu teselli cümleleriyle onları sınıflarına gönderiyordum “boş olduğunuz zaman kapım size her zaman açık.” Hüzünlü ama mütebessim yüzlerle sınıflarının yolunu tuttular. Derken ders zili aynı sınıfın 2. dersi için çalmıştı. Yeni bir kırk dakika.

Bütün heyecanımla ders anlatıyordum ve bu heyecanıma ortak olan öğrencilerim vardı. Ama dersime girmek isteyen o öğrenciler içimi burkmuştu. Neden sonra kapı çaldı ve içeri bu burukluğun sebebi olan öğrencilerden biri girdi. Mahcup bir edayla silgi istedi ve benden tebessümle birlikte evet cevabını aldı. Silgiyi alırken etrafına hiç bakmıyordu. Sınıftaki diğer öğrenciler sadece ona bakıyor o ise sadece bana bakıyordu..Silgiyi aldıktan sonra sınıftan iyi dersler dilekleriyle ayrıldı.

Kapının kapanmasıyla birlikte yüzümdeki gülümseme devam ediyordu. Tekrar derse kaldığım yerden (kaldığımız yerden demek daha doğru olur çünkü onlarda dersin içindeydi) devam ettim. Aradan çok geçmeden kapı çalındı aynı öğrenci silgiyi iade etmek için gelmişti. Onun silgiyi bırakırken hareketlerindeki yavaşlık ve oyalanma dikkatimden kaçmamıştı. Ama tavrımı bozmamaya çalışıyordum. Ve ondan hiç eksik etmediğim tebessümümü yine ona bütün içtenliğimle gönderiyordum.

O da buna mukabele ediyordu. Silgiyi bıraktıktan sonra yine kimseye bakmadan sınıftan çıktı..Dersimiz bölünmüştü yine.. Aynı öğrenciyi yaklaşık beş dakika sonra yine aynı istekle karşımda görünce ne diyeceğimi bilemedim. Silgi alışverişine sıradan gözlerle bakan diğer öğrencilerim de bu kez sıradanlık yoktu yüzlerinde hınzır bir gülümseme vardı.

Bu sahne tam sekiz kez yaşandı ve en sonunda silginin kendilerinde kalabileceğini söyledim ve bu sözün ardından başını hafifçe yukarı kaldırdı ve hayatı kadar dikenli sözleri yüreğime sapladı. Silgi bahaneydi, silginin bana kazandırdığı zamanla acaba iki kelime öğrenebilir miyim umudundaydım. Eğer umudumu elimden alacaksanız ve o umudu bana çok görüyorsanız sizden son kez silgiyi istiyorum, bütün umutlarımı silmek için. Kasım 2003 Diyarbakır.

Kerime KÜÇÜK

Bu yazımızı okuyan 1.890. takipçimizsiniz.

kerime küçük

Hayat hikâyem… Ben Konya’nın Beyşehir ilçesinin küçük bir kasabasında doğdum. Yedi kardeşten beşincisiyim ve ilme âşık tek çocuğum ailemde. Daha çocukluğumda bir tercih yapmak zorunda kaldım ya ilim ya ailem adına… Benim tercihim ilim adına oldu. Şimdi bazen pişman da olmuyor değilim bildiklerimden bir şeyler yapamadığım hayatıma uygulayamadığım, bilinenle yapılan arasında uçurumlar oluşmaya başladığı zaman, küçücük kasabamda hiçbir şeyden habersiz yaşamak acaba daha mı akıllıca bir iş olurdu diye düşündüğüm zamanlar da olmuyor değil… Bazen hasretlik de çok koyuyor… Bir garip gurbetlik yıllarca çektiğim yurt köşelerinde anamın dizinin dibinden uzak geçirilmiş ondört yıl… İşte bir garip gurbetlik… İlkokulu başarıyla bitirdim… Daha ilkokula gitmeden öğretmencilik oyunu oynadım okul bahçesinde… Daha çocukken hayran oldum bu mesleğe ve daha çocukken başladım kitap okumaya… Sınıfımın kitaplığında okumadığım kitap kalmamıştı ilkokul yıllarımda… Kemalettin Tuğcu en çok okuduğum yazardı bir de… Ve ilk defa Çalıkuşu’nu ilkokul 4 e giderken okumuştum sanırım… İlkokul dörtte babamızın kanserden vefatı üzerine anacağım benim hep doktor olmamı istedi… Babamın kanser olduğunu bile bile ameliyat eden doktorlara inat… Hastane köşelerinde yardıma muhtaç insanlara, bir gülümsemeye hasret kalanlara faydam olur düşüncesiyle hayallerinde kızı kerimesi doktor olmalıydı… Ama olmadı isyan bayraklarımı ilk defa evden ayrılmakla çekmiştim zaten… İkinci isyan bayrağımı ise orta 2 de verdiğim bir kararla ilahiyat okuma kararıyla çektim ve ben anamın hayallerine umuduna inat doktor olmadım olamadım… Ben ilahiyat hayranıydım… Gönül doktoru olmalıydım… Kalplere şifa olmalıydım. İnsan bedenen bir defa ölürdü ama ruhen imanen öldüğü zaman o ölünün hali bin beterdi…Ben kalp hastalarına deva olacaktım ben ilahiyatlı olacaktım…. Ve yıllar süren gurbetlik ve Marmara ilahiyat… Yeniden doğuş bir garip yaşam… Ölümle burun buruna geçirilen 2 yıl ve Rabbimin dünyadan nasibimi kesmediğini öğreniş ve sonrada yeniden sarılmak bir şeylere… Ve mezuniyet…

One thought on “Silgi

  • 20 Aralık 2009 tarihinde, saat 01:47
    Permalink

    içe ..kalbe dönük bir yazı olmuş….silgi bahane…içtenlük hesapsız sevmek böyle bir şey demek…hocam da çocugu-ögrenciyi kolay pes etmemiş…sevgiler saygılar…h.hüseyin çetin-öz..istanbul üskudar..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir