İpekyolu’nun İpuçları

Devasa bir toprak kütlesi; Avrupa, Hindistan ve Çin olmak üzere üç coğrafî bütünlüğe sahip altkıtayla inanılmaz bir çeşitliliğin sahası: Dünyanın en yüksek dağları, çöller, adalar, muazzam nehirler, bozkırlar, iç denizler…Eğer tüm bunları gösteren bir haritanız yoksa Avrasya hakkında nasıl bir görüşünüz olurdu? Diyelim ki Ayasofya’nın banisi ve Roma hukukunun sistematik bir yasa haline getirilmesinin arkasındaki adam olan meşhur I. Justinian zamanındasınız.

YENİ ROMA’DAN ÇİN’E
Ayasofya’nın inşasıyla ve Hz. İsa’nın gerildiği (sanılan) çarmıhın kutsal bir emanet olarak şehre getirilmesiyle imparatorluğun payitahtı kadar evrenin merkezi haline de geldiğini iddia eden “Yeni Roma”nın, yani bugünkü İstanbul şehrinin sakinleri, Avrasya’nın ancak bir ucunda yaşadıklarından tamamıyla bihaber miydiler? Mesela çağdaşları olan Wei sülalelerinin hüküm sürdüğü Kuzey Çin’de astronomların ay tutulmalarını hesaplayacak kadar doğru matematik model ve gözlem metotları geliştirdiklerini bilmelerine imkân var mıydı? Wei’lar kendileri Orta Asya bozkırlarından gelmişlerdi. Onların geldikleri yöreden Hindistan kökenli Budizm Çin’e girmiş, Wei sülalesinin desteğiyle Kuzey Çin’de yayılmıştı. Devrin sanatında Hint kalıplarından başka bariz Roma örnekleri de görülebilir. Elbiselerin kıvrımları, figürlerin duruşu ne eski Çin sanatına uyar ne de Hint geleneklerine: Onlar geç Roma, erken Bizans sanatına daha çok benzerler.

TİCARETİN BAĞLAYICILIĞI
Demek ki Avrasya’yı bir arada tutan bir şey vardı: Sonra ipekyolu olarak anılan güzergâh sistemi ve onun üzerindeki ticaret. Bu ticaret, Avrasya’nın ortasını oluşturan, bir yüzyıl öncesine kadar aşılması epeyce zor, ziraata ve kalabalık bir nüfusun yerleşmesine imkân vermeyen engin bozkırları, çölleri, dağları geçmeye muvaffak oldu. Ana yön batıdan doğuya değil, doğudan batıya olandı.

Sırf ipek Çin’den gelmedi; kâğıt da öyle, demir ve çelikten yapılmış aletler de… Belki de hepsinden önemlisi yedinci yüzyıldan gelen porselen ve sonrasında da çay…

Mesafenin uzunluğu ancak yükte hafif pahada ağır malların bu yol sisteminin bir ucundan diğer ucuna geçmesine imkân tanıyordu, fakat daha fazlası yol sisteminin ancak bir kısmını kullanıyordu: Mesela Çin imparatorları at ihtiyaçlarını Orta Asya’dan temin ederlerdi; ve Çin imparatorluğunun nispeten zayıf, Uygur Kağanı’nın ise nispeten güçlü olduğu sekizinci yüzyılda bu ilişki ilginç bir surette bir alıcı piyasası halini alıyordu:

Çinliler istediklerinden çok daha fazla atı Uygurların tayin ettikleri fiyata satın almaya, hattâ karşılığında Uygurlara bol miktarda ipek satmaya mecbur kaldılar. Bu ipeğin bir kısmı ise büyük bir ihtimal ile Yahudi Razani tüccarlarının kanalıyla daha uzak piyasalara yollanıyordu. Razanilerin bu ağı Müslüman Endülüs’üne kadar uzanıyordu ve ipekyolunun yanında Avrasya’yı da kapsayan diğer güzergâhı da kullanıyordu: Muson rüzgârlarının sayesinde varolan Hint Okyanusu üzerindeki deniz ticaret yolunu. Sonraki yüzyıllarda, Osmanlı topraklarını da içeren buna benzer bir ticaret ağını Ermeni tüccarlar kuruyordu.

Ticaretin oluşturduğu bağın her zaman barışı beraberinde getirmesi yaygın fakat yanlış bir efsanedir. Yine Ayasofya’nın inşa edildiği zamanlara dönersek… İran’daki Sasani İmparatorluğu, yine İranî kavimlere mensup olan ve Batı Türk Yabgu İştemi’nin koruması altında hareket eden Soğd tüccarlarını ipek ticaretinden menetmeye çalıştığında İstanbul ile İştemi’nin sarayı arasında heyetler gidip gelmeye başladılar. Başında bir Soğd tacirin bulunduğu İştemi’nin heyeti İstanbul’a geldiğinde ona yerel ipek böcekleri gösteriliyordu: Bu şekilde Bizans Roma İmparatorluğu ekonomik bir ihtiyacının olmadığını ispat etmek istiyordu. Ve gerçekten de 568 senesinde Sasanilere karşı bir Bizans-Türk ittifakı meydana geldi.

İpekyolunun sağladığı sınırlı fakat önemli temas ve alışverişin karşılıklı anlayışa ne kadar yol açtığını tahmin etmek kolay değil. Johannes adlı Doğu’nun uzak bir yerinde çok güçlü (ve tamamen muhayyel) bir Hristiyan rahip ve kral hakkında 12. yüzyılda Avrupa’da yayılan tevatürler 16. yüzyıla kadar zihinleri meşgul etmeye devam etti; demek ki ipekyolu üzerinde edinilen tecrübeler bu tür rivayetlerin önünü almaya yetmiyordu.

Fakat diğer taraftan, ipekyolunun üstünde ve etrafında yaşayanlar, gördükleri farklılıkları algılamak için son iki veya üç yüz seneden beri kullanılagelen kavramlara ya pek ihtiyaç duymuyorlardı ya da onları çok farklı bir biçimde ele alıyorlardı. Ateşli silahlarının gelişmesiyle göçebe halkların askerî üstünlüklerini kaybetmesi ipekyolunun çatışmalı beraberliklerinin sonunu hazırlıyordu.

Kaynak: Prof. Dr. Christopher Neumann

Bu yazımızı okuyan 1.169. takipçimizsiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir