Tek Tipleşmek Üzerine

“Tek tipleşmek” kavramını nihayet yazıya döküyorum. Bunun önemli bir konu olduğunu ve bizi ara mahallelerin kuytu sokaklarına ve toplumun esrarlı toplu eylemlerine götüreceğine hiç şüphem yok Tek tip ekseriya, “tehlikeli olandır.” Bir toplumun tek tipleşmeye başlaması ise o toplum için “tehlike çanlarının çalmasıdır.” Tek tip olmak lazım olan bir şey olsa idi, insanların ayrı ayrı fıtratlarda yaratılmaları ve insanlara ayrı ayrı mizaçlar yüklenmesi nasıl açıklanırdı? Burada bahsettiğimiz “tek tip” elbette karakteristik bir tek tipi kast eden bir kavramdır. Karakteristik özelliklerin, duyguların, davranışların birbirine öykünme yolu ile benzemesi ve insanların giderek, aynı torna makinesinden çıkmış robotlar haline gelmesini ima ediyoruz. Son dönemlerde toplumumuzdaki gençlerin bilinçsizce “diploma” almaya çalışması ve bireylerin “diploma” yolu ile “adam” olacaklarını zannetmeleri; bir marangozun, bir bakkalın, bir terzinin “eksik insan” olduğunu düşünmeleri ve bu mesleklerin “aşağıda” durduğunu zannetmeleri, “tek tipleşmenin” adam olma kavramını nerelere kadar götürdüğünü bize açıklamakta kâfidir. Öyle ki, “adam olmanın” tanımı tek tip bir ideal insana yüklenmiş ve buna toplumca inanılmıştır. Öyle ki toplum on yıllardır süren bir “tek tipleştirme çalışmalarına” maruz kalmakta idi. Bu bahsettiğimiz “diploma algısı/faciası” tek tipleştirme çalışmalarının, ne yazık ki, başarılı olmuş bir bölümüdür.

Şehirde, kalabalıklar içerisinde, dışarıları içerilerine tapınık suretler görüyoruz. Kendini dışına hapsetmiş; dışı gibi gülen, dışı gibi kahrolan, dışı gibi konuşan, dışı kadar entel olan, dışı kadar camiye gidebilen; dışının emrine amade, dışının zahirinden sıyrılamayan, dışının vesilesiyle çevresinin kendisine bahşettiği sıfatları, halleri kendisine sınır eden suretler; kendine vurulan etiketleri öpüp başına koyanlar… Buradaki “dışı” yerine “çevresi” de konulabilir.

Başlarına gelen bir olay esnasında nasıl davranmaları gerektiklerini, “insanların kendilerine tanıdıkları haklar kadar ve kendilerine biçilen karakterlerin gereğini yerine getirmek üzere tepki verirler mevzuya.” Soyutturlar. Her zaman hayat dışarıda zannederler. Pörsümüş dilleri vardır; tekrara mecbur. Silahlı elleri vardır, olumlu edebilecekleri tek şey zannederler. Kurudurlar. Yaş halde görünmeleri neredeyse imkânsızdır. Sokaklarda toplu halde yaşarlar. Asla birbirlerinden ayırt edilmezler.

Bütün bunları “moda” kavramı paralelinde de düşünebiliriz. Öyle ki yalnızca elbiselerin, kıyafetlerin, ayakkabılarının, markaların, otomobillerin, evlerin modası olmaz. Modanın en tehlikeli zuhuratı insanların hal ve hareketlerinin, bilinçsizce birbirlerine öykünmeleridir.
Bir olaya aynı tepkiyi vermeleri, ilk verilen cevabı tahlil etmeksizin tasdik etmeleri, gülüşlerinin altında daha önce gördükleri bir “gülüş” yatması, soğan yoluyla gözlerine pek büyük bir ayıp etmeleri (hâlbuki soğandan başka ağlama yolları da vardır), siyahı daima beyazlar içinde kullanmaları, imrenmek yerine kıskanmaları, aynı şeye el açmaları, aynı şeyden yüz çevirmeleri… İşte bütün bunlar kalabalıkların tekerrür eden halleridir. Minibüste, bir arkadaşıyla oturup konuşurlarken, aslında bütün minibüse hitap etmeleri, dinleyen dinlemeyen fark etmez; tüm kulaklara aşık olmaları da öyle.

II)

Buraya kadar “tek tip” hale zaten gelmiş olanlar yazımızın misafirleri idiler. Bundan daha vahimi ve acil olanı ise “tek tipleşmek çanının yıkıcı sesi ile minicik kulaklarını kaybeden çocuklardır.” Onlar özgür doğar hepimiz gibi. Kendi istediklerini, kendi güçlerinin yettiğince, plansız programsız şekilde yaparlar/yapmak isterler. Rüzgârın estiği yön yollarının gideceği yön olsun isterler. İnsanların arasındaki siyasi çekişmeler, borsanın durumu, meclisin nitelikli çoğunluğu, başkanlık sistemi, benzin fiyatları; birinin birisine, birisi aracılığı ile bir arada bir şey söylemesi, birisinin birisine dün akşam yemeğinde yaptığı ayıp; sövgüler, saygılar… Bunların hiç biri onların umurlarında değildir. Onlar “kendileri” ile beraberdirler. Kendilerine göre yaşarlar. Bir kalıba, bir ideolojiye, bir düşünce grubuna henüz mensup değillerdir.

Belli yaşa geldiklerinde okul adında bir fabrika, “tipik”lik için gerekli olan birincil şart olarak karşılarına çıkar. Sınıfın içinde, kırk kişiyle aynı şeyi söylemeleri, aynı şeyi hesaplamaları, aynı şeye gülmeleri, aynı şeye “kötü” demeleri, aynı şeye “iyi, o varsa bir varız” demeleri; aynı temelsiz ayıp öğretileri, aynı yapmacık insanlık dersleri, aynı olan her aynı… Bir bir girerler torna makinelerine ve direnmeden duranlar “kafaları istenilen şekle” girmiş olarak çıkarlar oradan; direnenler ise “kafasız etiketine” layık görülerek çıkarlar. İlk tek tipleşmek sınavı böylece verilmiş olur; istidat tespiti yapılmadan, iştiyak dozu anlaşılmadan… Böylece okulda üzerlerine yapıştırılan ve sırf okulun öğrettiği şeyi iyi öğrenemedikleri için yapıştırılan “kafasız” etiketi ile bir ömür beraber kalmak zorunda olurlar. Ne yazık ki bu büyük bir etikettir. Daha çocukken vurulan bu etiketi üzerinden çıkarıp atması bir çocuk için neredeyse imkansızdır. Artık kendilerinin farkına varamayacaklar ve ellerinden erken yaşta bir tutan olmazsa ömürlerinin sonuna dek “kendilerini kafasız” zannederek yaşayacaklardır; hem de topluma (haklı olarak) küs halde, adapte olamadan.

III)

Kalabalıkların içine giren çocuklar ise büyüklerde gördükleri büyüleyici kıyafetleri, saç modellerini, gözlük çerçevelerini, botları, ayakkabıları, çantaları; bütün büyüklerde göre göre istemeden de olsa istemeye başlıyorlar. Herkes bu duruma çarşıya pazara çıktığında şahit oluyordur. Bir genç kızın giydikleri, -mübalağa etmeden konuşuyoruz- dokuz yaşındaki kızımızın üzerinde görülüyor; küçük beden farkıyla. Böylece “tek tipleşmek” kavramının içine sokuluyoruz toplumca; dışarının yegâne gerçek olduğu, görselden ötesine geçilemeyeceğini zannetmeye başlıyoruz. Dışarıdaki “büyüklerinin” giydiklerini giymedikleri takdirde çirkin-eksik-fakir zinciri boğazlarına geçiveriyor çocukların. Dışarıya tepkileri, “tepki” olarak doğru kelime olsa da “içeriği” fevkalade tehlikeli bir hale bürünüyor ve geri dönemeyenler kendilerini “ölmeden evvel sekiz daire içerisi gören” insan kategorisine koyuyorlar. Ve bir çukura düşüp oradan çıkamıyorlar.

IV)

Tep tipleşmek ile yekvücut olmak arasında da hiçbir alaka, yakınlık yoktur. Tarihte bazı diktatörlerin halkını tek tip halde ve kendilerince en saf halde muhafaza etmek için diğer halkları kıymaları ve dahi kendi halklarından olan fakat “ırkının tipik” özelliklerini bünyesinde barındırmayan insanları “daha iyi adına ve için” katl’ etmeleri; ve bütün diktatörlerin bu amaç üzere yaptıkları bütün bu işler bu “tek tipleşmek” düşüncesinin sığlığından kaynaklıdır. Bu zaviyeden “tek tipleşmek/tipleştirmek” durumuna baktığımızda, tek tip insan kitlesinin düşünmekte zorluk çekeceği, örgütlenemeyeceği, farklı olanı üretemeyeceği, eleştiremeyeceği, farkı algılayamayacağı âşikârdır. Hep bahsedilen “farklılıkların birer zenginlik olması” ve “farklı kültürlerin bir arada bulunabilmesi”, bu tek tipleşmek vebasının ulaşmadığı yerlerde mümkün olacaktır.
Modern dünya şartları ve tüm dünyanın kocaman bir köy durumuna gelmesi, bu vebanın yayılmasını ve yer tutmasını kolay kılıyor. Bu yüzden toplum olarak daha fazla mücadele etmeye ihtiyacımız var ve daha çok kendimize dönmeye.

Görüldüğü üzere “tek tipleşmek/tipleştirmek” gerek devlet politikası olsun, gerekse halkların görünür bir zorlamaya tabi tutulmadan kendi rıza(!)larınca meylettikleri tip olsun tehlikelidir; fakat yasak değildir.
Bütün bunlar hepimiz ile ilgili.
Kapımızdaki bu tehlikenin farkına varıp kendi özümüze/içimize dönelim. Herkesin bir birey olduğu gerçeğini hatırlayalım, hatırlatalım.
Her bir kişinin bir birey olduğu ve fakat toplumca kenetlenmiş bir millet olmak duası ile!

Bu yazımızı okuyan 1.220. takipçimizsiniz.

Ertuğrul Gazi

Mart 1993, Maraş doğumlu. İlk ve orta öğretimi Maraş'ta tamamladı. Lisenin önemli kısmını Darende'de okudu. HKÜ Hukuk Fakültesi'nde son sınıf öğrencisidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir