İstanbul’un Güzide Kasırları

İstanbul Mücevher Kutusuna Benzer. Açtığınız Zaman İçinden Birbirinden Kıymetli, Eşi Benzeri Olmayan Takılar Çıkar; Başına Taç Yaptığı Zümrüt Camileri, Kollarına Doladığı Su Yolu Modeli Pırlanta Köprüleri, Parmaklarına Taktığı Saray Ve Kasırlar Vardır.

İstanbul’da nüfusun henüz bir milyona bile ulaşmadığı, şehir merkezinin etrafında ormanlık bölgelerin bulunduğu 1800’lü yıllarda, merkeze yakın yeşil alanlarda gösterişli köşkler yapıldı. Osmanlı sultanlarının dinlenmek, avlanmak ve konuklarını ağırlamak amacıyla yaptırdığı, “kasır” adı verilen küçük saraylardı bunlar. Şimdi hâlâ ayaktalar; huzurlu, güzel bahçeleriyle, bugün kafe ve restoran olarak kullanılan alanlarıyla hem İstanbul halkına hem de turistlere eski İstanbul esintileri sunuyorlar.  Kendimi bir günlüğüne sultan gibi hissetmek üzere çıktım yola…

 Görkemli Güzellik: Maslak Kasırları

Maslak’a vesait çok; Beşiktaş’tan otobüse binip Atatürk Oto Sanayi durağında iniyorum. Az ileride engin ağaçlar arasından Maslak Kasırları, “Biz buradayız.” diyor. Beş ayrı yapıdan oluşan kasrın en görkemlisi Kasr-ı Hümayun’un kapısından girer girmez Sultan II. Abdülhamid’in şehzadelik yıllarında ailesiyle yaşadığı, hobisi olan marangozlukla ve arazide bahçe işleriyle uğraştığı günlere gidiyorum. “Su yolu” anlamına gelen Maslak adının o dönem Belgrad ormanlarından çıkan kaynak suyu bu güzergâhtan taşındığı için verildiğini öğreniyorum. Tavanlardaki tablo görünümlü kalem işleri, odaların işlevini açıklayarak beni kâh çiçek resimleriyle oturma odasında, kâh meyve tabaklarıyla hizmet odasında misafir ediyor. Burada en çok II. Abdülhamid’in tasarlayıp yaptığı aynalı dolap görünümündeki geçit kapısına; geçme tekniği kullandığı çivisiz ahşap merdivenlere, ceylan derili, sedef kakmalı sandalyelere hayran kalıyorum. Eserlerinin üzerine işlediği A ve H harfleri hem zanaatını hem adını ölümsüzleştiriyor.

Oradan Limonluk adı verilen, özel olarak getirtilen şifalı bitkilerin yetiştirildiği seraya giriyorum. Daha ilk adımda fuşya renkli kamelyaların, limon ağaçlarının el ele vermiş kokusu romantik bir hava estiriyor. Adını ilk defa duyduğum streliçyaları, sikasları incelerken ansızın bir Osmanlı kadını, bir padişah torunu karşıma çıkıp “Kemal-i afiyet üzeresiniz inşallah!” diyecekmiş gibi geliyor. Yanındaki Mabeyn-i Hümayun Köşkü, dönemindeki gibi resmî işler binası olarak kullanılıyor. Arazideki faaliyetleri gözlemlemek için inşa edilen sekizgen Çadır Köşkü ise önündeki kafesinde ziyaretçileri doğayla buluşturuyor. Paşa Köşkü’ndeki küçük hamamı da gezdikten sonra buradan ayrılıyor, Ayşe Osmanoğlu’nun yazdığı Babam Sultan Abdülhamid kitabını ilk fırsatta okumak üzere not düşüyorum. Maslak’ın uzun boylu binaları arasında yürürken çağdaş sanat eserlerinin sergilendiği Elgiz Müzesi’ni keşfediyorum. Yerli ve yabancı sanatçıların fotoğraf, resim, farklı malzemelerle yapılmış heykel çalışmaları arasında kısa bir sanat molası vermek iyi geliyor en çok.

 Asil ve Endamlı: Ihlamur Kasrı    

Maslak’tan bindiğim dolmuşla kısa sürede Beşiktaş’tayım. Çarşı içinde dolaşırken Derya Balık Lokantası’ndan gelen mis kokulara dayanamayıp balık ekmek molası veriyorum. Ben Ihlamurdere Caddesi’ne dizilmiş giyim, kozmetik, ev eşyaları mağazalarına bakarak yürürken semtin şenlikli sokaklarından sıyrılan Ihlamur Kasrı oymalı kakmalı asil endamıyla hemen fark ediliyor. İçeri giriş cüzi bir ücret ödeyerek oluyor. Sultan Abdülmecid’in kendi ziyaretleri için yaptırdığı Merasim Köşkü’nü görmek istediğimi belirtip 2,5 TL karşılığında bilet alıyorum. Bir görevli eşliğinde içeri girip de beş tane devasa boy aynasıyla çevrelenince, sağımda solumda bir sürü “ben” beliriyor; afallıyorum. Görevli şaşkınlığıma gülümseyerek “Burası Aynalı Oda. Ufak kasra derinlik, aydınlık katması için özel olarak tasarlanmış.” diyor.

İngiltere’den gelen çiçek desenli porselen şömineler, İtalyan usulü lacivert cam kapılar, Hereke halıları, Arapça “Rahman ve Rahim Olan” yazan altın yaldızlı hat eseri tam bir sentez oluşturuyor. Kasırda en çok Sanat Odası dikkatimi çekiyor. Sultan Abdülmecid’in musiki merakını; Avrupalı müzisyenleri, Franz Liszt’i konser vermesi için saraya davet ettiğini öğreniyorum.

Bugün kafe olarak hizmet veren Maiyet Köşkü’nün biraz ilerisinde gençler, tavşanları ve tavus kuşlarını besliyor. Cıvıl cıvıl çocuklar saklambaç, ebelemece oynuyor. Oya gibi işlenmiş bahçede yürüyüş yapanlar, bebek gezdirenler tatlı bir sohbetteler. Etrafta İskender papağanları uçarken bir gelin ve damat, yaban ördeklerinin, kuğuların yüzdüğü Aslanlı Havuz’un kenarında özel izinle fotoğraf çektiriyor. Manolyalar beni uğurlarken bu kasrın gözlere verilmiş bir hediye olduğunu düşünüyorum.

 Mağrur ve Etkileyici: Küçüksu Kasrı   

Beşiktaş’tan motorla Üsküdar’a, dolmuşla Göksu Mahallesi’ndeki Küçüksu Kasrı’na varıyorum. Yine Abdülmecid tarafından Balyan ailesine yaptırılan, deniz kenarındaki bu görkemli kasrın güzelliği göz kamaştırıcı. Tamamı Fransa’dan getirilen altın varaklı şık mobilyalarla, kristal avizelerle döşenmiş odaların tavanlarında İstanbul manzaralı kalem işleri var. Atatürk’e İran şahı tarafından hediye edilen, üzerinde ceylan, kaplan gibi hayvan figürleri olan halı da köşkün kıymetlilerinden. Vapur düdüklerinin çağrısıyla pencereden bakıyor, bir zamanlar buraya gelen kayıkları görür gibi oluyorum bir an. Ayrılırken kasrın ihtişamı karşısında şapka çıkarıyor, bir “tarih bekçisi”yle daha vedalaşıyorum. Aynı hizadaki Sabancı Öğretmenevi biraz dinlenmek için harika bir seçenek. Göksu Deresi kıyısındaki Break Cafe de keyifli ortamıyla iyi bir tatlı molası alternatifi oluyor.

Gökyüzüne Boy Veren Tarih: Hidiv Kasrı  

Son olarak dolmuşla Kanlıca’dayım. Gelmişken pudra şekerli bir Kanlıca yoğurdu yemeden, El Sanatları Çarşısı’na uğramadan olmaz. Bir yandan yoğurdumu kaşıklarken bir yandan da cam bibloların, el yapımı hediyelik eşyaların, takıların satıldığı tezgâhları geziyorum. Buradan Çubuklu sırtlarındaki Hidiv Kasrı’na taksiyle gitmem on dakika. Kasrı Mısır Valisi Abbas Hilmi Paşa, bir süreliğine İstanbul’da kalırken, dönemin popüler akımı Art-Nouveau tarzında yaptırmış. “Hidiv” adı da Osmanlıların Mısır valisine verdikleri unvandan geliyor. Gökyüzüne boy veren kulesiyle şato havası taşıyan kasırda, yaprak desenli vitray kapılar, kumaş kaplı duvarlar, mozaik süslemeli tavan, sarkıt avizeler olduğu gibi muhafaza edilmiş. Hidiv Kasrı bugün şık bir restoran, elit bir organizasyon mekânı. Artık dinlenmeyi hak etmiş biri olarak, çiçekler arasında güneşle kucaklaşan bahçede oturup menü istiyorum. İçinde Osmanlı mutfağından yiyecek, içeceklerin olduğunu görmek beni mutlu ediyor. Sanki az sonra anasonlu, bademli, kakuleli, tarçınlı Arefe köftemi yer, demirhindi şerbetimi içerken soframda Abbas Hilmi Paşa da bana eşlik edecekmiş, “Müşerref oldum hanımefendi!” diyecekmiş gibi.

Kaynak: Yazı: Burcu Seçmeer Fotoğraf: Tuğkun Zeroğlu, Mesude Bülbül

Bu yazımızı okuyan 2.037. takipçimizsiniz.

Yavuz Karakuş

1979 İstanbul Üsküdar Doğumlu, O gün bu gündür İstanbul'da ikamet etmekte. İstanbul'da yaşayan değil ,İstanbul'u yaşayanlardan. Küçük yaştan itibaren aileden kaynaklı bir ticaret kervanının içinde büyüdü geleneklere uyarak ticareti devam ettirmekte. Gezmeyi, gezerek keşfetmeyi, spor yapmayı sever. Otomobil tutkunu. Otomotiv dünyasındaki tüm gelişmeleri takip eder ve paylaşır. İngilizce ve Arapça bilmekte, Evli ve bir çocuk babası.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir