Çalış(an-ne)

Sabah sabah koşturmaktan canım çıktı. Akşamdan kalan uykumla seccadenin üstünde buldum kendimi ilk önce. Sonra eşimin ismimi ritmik tekrarlamasıyla uyandım birden, saklandığı köşeden gönülsüz çıkan çocuklar gibi. Boynuma takılmış iple çekiliyor gibi tuttum mutfağın yolunu homurdanarak. Bir bardak demli çay koydum eşimin demlediği çaydan. Ama iştahımda tık yok. Midem zerrece bir şey yemek istemiyor. Ne yapsam ne etsem derin düşüncelere dalma zamanı da değil şimdi. Zaman pratik olma zamanı hız zamanı..Çünkü zaman birazdan okul zamanı, evi terk, oğlu bırakma zamanı. Eşim zorla yudumlamaya çalıştığım çay ağzımdayken maaş kartımı istiyor para çekmek için. Ağzımdaki çay kalakalıyor öylece. Sıvı değil kaskatı bir gıdaya dönüşüyor. Zoraki olsa yutuyorum bu arada düşünmek için zaman kazanıyorum. Sağ kaşımı kaldırıyorum eşim bana baktığı sırada… Hayır, diyorum sesimin en kısık tonuyla. Tam o anda eşimin sinirleri zıplayıveriyor  bana doğru korku filmlerinden fırlamış bir gözle….

Görmezden geliyorum, duymazdan geliyorum zor içilen çaydan içmeye devam ediyorum. Bana kızarak bardağı bırakıyor masaya delinmesini ister bir tonla, hızlıca. Omuz sallayıp aldırmadan devam ediyorum nefes almaya gözlerimi açıp kapamaya… Eşim bardağı masaya hızlı koymaktan tam rahatlamamış olacak ki aynı hızla kalkıyor masadan ve açıyor sokağa açılan kapıyı. Ayakkabılarını atıyor bir metre yukarıdan… Apartmanın sessizliğinde korkunç bir sese dönüşüyor bu ses. Ben fırlıyorum yerimden yaydan çıkmış ok gibi. Güya her şeyi ılıman iklime dönüştüreceğim elimde sihirli değnek var da… Eşimin ılıman olmasının tek çaresi var elimdeki kartı ona teslim etmek. Kartı ona vermediğim her gün aynı film karesi defalarca çekilecek bizim evde.. Ama takmıyorum artık. O ne kadar kararlıysa kartımı almaya, beni benden vazgeçirmeye, ben de kararlıyım en az kendimi ona kaptırmamaya… Ben bu düşünce yumağı içinde sarılırken kendime ayaklarımda bir yumuşaklık hissediyorum elimi kalbime bastırıyorum korkudan… O an ayaklarıma bakınca minik oğlumun yüzüyle karşılaşıyorum. Bir kedi gibi sokuluyor bana… Kucağıma alıyorum sımsıkı sarılıyorum, eşime el sallıyorum onun suratının sirke satmasına rağmen… Kapıyı kapatıp özgür bir şekilde geçiyoruz mutfağa…

Oğlum uykusuz ve de huzursuz…  Ağlamak için sebep üretmek derdinde… Baba diyor bir dudak büzüyor, mama diyor, dudak büzüyor tam ağlama kıvamına gelemiyor bir türlü, eliyle başını tutuyor bir yandan büyük bir adamın işin içinden çıkamadığı durumlardaki gibi. Ben yarım gözle ona bakıyorum, aldırmıyor görünmeye çalışıyorum… Çay dolduruyorum bardağıma masadaki ekmekten kırpıyorum bir yandan… Anne,  papa! diyor oğlum… Hızla kalkıyorum amirimden emir almış gibi, oğlumun isteğine koşuyorum son sürat. On dakikada patatesi kızartıp koyuyorum önüne… Oğlum unutuyor ağlama isteğini… Anneannesinin gelmesi için hayaller kuruyor ona sandalye ayırıyor onunla yemek yiyor onu otobüse bindiriyor…

Ben bir yandan oğlumun hayallerine eşlik ediyorum, bir yandan da saate bakıyorum göz ucuyla… Geçen her dakikada omzuma biniyor bir ağırlık taştan. Sabah sabah bu ağır yükü taşıyamamaktan korkuyorum, susuyorum. Acele ediyorum kendimce ama oğlumun aldırış ettiği yok benim halime. Aynı hayalleri tekrar tekrar sara sara anlatıyor bana… Nihayet bitince kahvaltı faslı koşar adımlarla geçiyoruz salona. Bez değiştirme, üst değiştirme derken nihayet çıkıyoruz evden elimizde üç çantayla. Minik adımlarla ilerken caddede, bir taraftan muhabbeti koyulaştırıyoruz  oğlum adına, benim adıma….

Sokağın orta yerinde bakıcısını görüyoruz, yaklaşıyoruz ona adım adım… Kısa bir selam ve kelamdan sonra ayrılıyorum oğlumdan, kalbimin yarısından…, Delik deşik oluyor tamamlamaya çalıştığım hayallerim. Oğlum, bakıcısının kollarına terk edilmenin sebebini bilse de bilmek istemiyor küsüyor bana haliyle… Yüzü bulutlanıyor birden el sallamaktan vazgeçiyor bana. Ben inatla onu kendime döndürme çabasına giriyorum, el sallamasa üzüntüden kahrolacağım, onu o halde bırakıyorum diye.

Onu bıraktıktan sonra yarım bir şekilde adımlarımı artırarak ilerliyorum yolda. Arkama bir daha bakmanda bakamadan. Hayallere dalmayı istiyorum bir an önce ama yoldaki görüntü kalabalığı fırsat vermiyor vazgeçiyorum hayalden, vazgeçiyorum kendimden… Geç kalmışlık telaşıyla hızlandırıyorum ayaklarımı, kendimi yakalıyorum köşe başında, gülümsüyorum yarım dudakla…. Karşıdan karşıya geçmek için kocaman arabaları bekliyorum, bir yandan da gecikmiş olmanın telaşıyla kavga ediyorum. Nihayet arabanın geçmesi ve içimde kavganın bitmesiyle kendimi karşıdan karşıya geçmiş buluyorum. Duruluyorum. Bekliyorum hızla geçen zamanı durdurma çabasıyla… Nihayet önce Demet Hanım, sonra servis uğruyor yanıma… Demet Hanımla selamın arkasından kurulan üç cümleyle biniyoruz servise. Okula gelişimizle birlikte bir curcuna başlıyor.

Çeke çeke getirdiğimiz öğle arası, yemek molası… Dilaş çorbası. Dilaş’ın öğretmenler sayesinde dolan kasası. Her gün farklı aldıkları yemek parası. Neden bir türlü aynı parayı almayı beceremezler bilmiyorum. Ya da bir gün önce az aldıkları paranın eksikliğini kim kapatıyor. Tersini düşünürsek fazla aldıkları parayı nereye koyuyorlar. Her neyse öyle ya da böyle doyan karnımıza bakalım artık.

Öğretmenler odası öğle arası sonrası… Yanımda kırmızı kıyafetiyle yanımda bisküvi atıştırmakla meşgul Hülya Hanım. Onun yanında tokalarını gösteren Gül. Karşımda ilginç tacıyla Nuray. Arkamda ince sesiyle ve turkuaz kazağıyla Esin… Çiçekli bardağıyla Deniz Hanım.  Uzağıma düşen Demet…

Canım takılmak istemiyor hayata… Boş, öylesine, düzensiz, devrik cümleler yazmak istiyorum. Kocaman kocaman açıp gözlerimi ileriye ileriye bakmak istiyorum. Yeşile çalsın gözlerim beyazda kalsın yüzüm, sonra yavaş yavaş ala dönsün. Kızarmasın, morarmasın, hafif bir alda kalsın yanaklarım. Bakışlarım sağda solda yok olmasın, eğilmesin dünya önümde…   22 kasım 2009

Bu yazımızı okuyan 1.050. takipçimizsiniz.

kerime küçük

Hayat hikâyem… Ben Konya’nın Beyşehir ilçesinin küçük bir kasabasında doğdum. Yedi kardeşten beşincisiyim ve ilme âşık tek çocuğum ailemde. Daha çocukluğumda bir tercih yapmak zorunda kaldım ya ilim ya ailem adına… Benim tercihim ilim adına oldu. Şimdi bazen pişman da olmuyor değilim bildiklerimden bir şeyler yapamadığım hayatıma uygulayamadığım, bilinenle yapılan arasında uçurumlar oluşmaya başladığı zaman, küçücük kasabamda hiçbir şeyden habersiz yaşamak acaba daha mı akıllıca bir iş olurdu diye düşündüğüm zamanlar da olmuyor değil… Bazen hasretlik de çok koyuyor… Bir garip gurbetlik yıllarca çektiğim yurt köşelerinde anamın dizinin dibinden uzak geçirilmiş ondört yıl… İşte bir garip gurbetlik… İlkokulu başarıyla bitirdim… Daha ilkokula gitmeden öğretmencilik oyunu oynadım okul bahçesinde… Daha çocukken hayran oldum bu mesleğe ve daha çocukken başladım kitap okumaya… Sınıfımın kitaplığında okumadığım kitap kalmamıştı ilkokul yıllarımda… Kemalettin Tuğcu en çok okuduğum yazardı bir de… Ve ilk defa Çalıkuşu’nu ilkokul 4 e giderken okumuştum sanırım… İlkokul dörtte babamızın kanserden vefatı üzerine anacağım benim hep doktor olmamı istedi… Babamın kanser olduğunu bile bile ameliyat eden doktorlara inat… Hastane köşelerinde yardıma muhtaç insanlara, bir gülümsemeye hasret kalanlara faydam olur düşüncesiyle hayallerinde kızı kerimesi doktor olmalıydı… Ama olmadı isyan bayraklarımı ilk defa evden ayrılmakla çekmiştim zaten… İkinci isyan bayrağımı ise orta 2 de verdiğim bir kararla ilahiyat okuma kararıyla çektim ve ben anamın hayallerine umuduna inat doktor olmadım olamadım… Ben ilahiyat hayranıydım… Gönül doktoru olmalıydım… Kalplere şifa olmalıydım. İnsan bedenen bir defa ölürdü ama ruhen imanen öldüğü zaman o ölünün hali bin beterdi…Ben kalp hastalarına deva olacaktım ben ilahiyatlı olacaktım…. Ve yıllar süren gurbetlik ve Marmara ilahiyat… Yeniden doğuş bir garip yaşam… Ölümle burun buruna geçirilen 2 yıl ve Rabbimin dünyadan nasibimi kesmediğini öğreniş ve sonrada yeniden sarılmak bir şeylere… Ve mezuniyet…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir