Ayasofya Cami OLsun

Arkadaşlar hep aklıma takılan bir konudur ve sonunda bu konu hakkında bir site yapılmış fazla mevzuya girmeden sizinle paylaşmak istiyorum detaylı bilgiler sitede var. Ayasofya, Hakkın Batıla, Hilal’in Haç’a galibiyetinin simgesidir. Ayasofya; Sultan Fatih’in ebediyen cami olmak üzere özel vakfiyesidir ve bizlere kutsal emanetidir. Ayaofya; Anadolu’nun ve İstanbul’un İslamlaştığının ve Müslüman Türke vatanlaştığının abideleşmiş ifadesidir. Ayaofya; geçmişimize ve Milli özümüze bağlılığımızın ve gerçekten bağımsız olup olmadığımızın bir göstergesidir. Ve Ayaofya yeniden ibadete açılmadığı müddetçe de, bizim bağımsızlık mücadelemiz henüz hedefine ermemiş ve bitmemiş demektir.

            04.07.2006 tarihli Sabah Gazetesi kuyruğunun altına diken sokulmuş şarlatan gibi ve ezan sesi duymuş şeytan misali şöyle feryat ediyordu.

            “Ayasofya Müzesi yavaş yavaş ibadete açılıyor. Bir minareden ezan okunuyor. Çalışanlar için yapıldığı söylenen mescit halkla dolup taşıyor. Mescidi uzun süredir gayri resmi olarak halkın ibadetine açık olan Ayasofya’dan son dönemde ezan sesi de yükselmeye başladı. Topkapı Sarayı tarafındaki minarede bulunan beş hoparlörden ezan okunuyor.” Dünkü Sabah haberinin giriş paragrafı aynen böyle…”

            Sabah, demeye getiriyor ki, “böylece taksit taksit Ayasofya yeniden cami haline getiriliyor! Türkiye öz benliğine ve öz güvenine kavuşuyor. Aman tedbir alın, Tekbir sesleri yükseliyor!          Ayasofya’da ezan sesi, azanları ve azınlıkları ürkütüyor!

            Hayli ilginç bir durum. Ayasofya’da ezan sesi duyulmuş! Olacak şey mi şimdi, Ayasofya’da ezan sesi… Ya ne olmalı? Mesela “çan sesi” duyulsaydı bu kadar şaşırırlar mıydı?Yoksa sevinç naraları mı atılırdı?

Ayasofya Müzesi Müdürü Jale Dedeoğlu, bu haberler üzerine  apar topar bir açıklama yapma gereği duyuyor. Efendim, ezan sesinin duyulduğu mekanın Ayasofya Müzesi’yle bir bağlantısı bulunmuyor. Sözü edilen mekan, müze dışında ve yönetimi Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Eminönü Müftülüğü’nde bulunan bir mescit. Bu bölümün yeniden ibadete açılması gibi bir durum söz konusu olamaz, çünkü anılan mekanda 10 Şubat 1991 tarihinden bu yana ezan da okunuyor, namaz da kılınıyor.

            Müze Müdürü Dedeoğlu, açıklamasında bu  serüveni şöyle anlatıyor:”Sanki müzenin yanındaki mescit yeni ibadete açılmış gibi duyuruldu. 1980 yılında bir kere ibadete açılmış olan bu mescit, 10 Şubat 1991 tarihinde dönemin Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek’in emirleri ile ibadete açılmış. O günden bugüne de ibadete açık. Devlet büyükleri ile halktan isteyen vatandaşın gidip namaz kıldığı bir yer. İbadete açık olan mescidin Ayasofya Müzesi ile bir bağlantısı yok. Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı bir mescit, oradan din görevlileri geliyor. Yeni açılması söz konusu değil.”[1]

            İmdat!.. Yetişin gavurlar!.. Ayasofya’da Ezan okunup Namaz kılınıyor!

            Sabah Gazetesi’nde “Beyaz Türkler”in yüreklerini hoplatacak, kanlarını başlarına çıkartacak aşırı şekilde heyecanlandırıp tansiyonlarını yükseltecek bir yazı yayınlandı. Konu şu: Ayasofya’nın bir kısmında namaz kılınmaya başlanmış, ezan da okunuyormuş… Bu yayınla ilgili birtakım açıklamaların ve aydınlatmaların yapılması gerekir. Çünkü hayli yanlış vardır.

            Madde 1: Ayasofya’nın, Sultan Abdülmecid tarafından yaptırılmış olan, III. Ahmed Çeşmesi karşısındaki Hünkâr Kasrı bölümünde 25 seneyi geçen bir müddetten beri namaz kılınmaktadır ve ezan okunmaktadır.Yani ortada yeni bir namaz kılma ve ezan okuma hadisesi yoktur.

            Madde 2: Ayasofya’nın, esas tarihî binadan ayrı bir bölümünün ibadete açılması 12 Eylül 1980’den önce olmuştur. Askerî darbeden sonra kabinede Kültür Bakanlığı koltuğuna oturan Cihat Baban bunu istememiş, doğrudan doğruya kapatmaktan korktuğu için Hünkâr Kasrının önüne bir tahta perde yaptırmış, üzerine “tâmirat vardır” levhasını astırmış ve “Ayasofya Mescidi”ni kapattırmıştır. Bilahare iktidar sivillere geçince Mescid yeniden açılmıştır. Yine Süleyman Demirel iktidarında, Topkapı Sarayı “Emânât-ı Mukaddese Dairesi”nde günde yirmi dört saat boyunca hafızlar tarafından münâvebe ile Kur’ân-ı Kerîm kıraatine başlattırılmıştı. Osmanlılar zamanında da böyleydi. Darbe iktidarının Kültür Bakanı CihatBaban “Topkapı Sarayı’nda böyle şov istemem!” diyerek onu da kaldırtmıştır (bunu rahmetli Ziyad Ebüzziya Bey’den duymuştum.)

            Madde 3: Beyaz Türkler, Ayasofya’nın tamamının ibadete açılmasından korkuyorlar. Bugün için korkmalarını gerektiren hiçbir sebep ve emâre yoktur. 25 seneyi aşan bir zamandan beri caminin Hünkâr Kasrında beş vakit namaz kılınması bir nev’î emniyet süpabı fonkisyonu görmektedir. Ayasofya’nın tamamının açılmasını isteyen Müslümanların ağızlarına bir parmak bal çalınarak “hepsini açmıyoruz ama buyurun, bu küçük parçasında ibadetinizi yapın” denilmiştir.Sabah Gazetesi’nin feryatlı, heyecanlandırıcı yayını bugünkü iktidarı kötülemeye yöneliktir sanıyorum. Bu iktidar, bırakın Ayasofya’nın tamamını İslâm ibadetine açmak, mevcut mescid olmasaydı o kadarını bile açacak bir cesarete sahip değildir.

            Madde 4: Ülkemizde Ayasofya’nın tamamının Mustafa Kemal Paşa tarafından kapattırılıp müze haline getirildiğine dair genel ve yaygın bir inanış vardır. Bu, gerçeğe tamamen aykırıdır. 1930’lu yıllarda Ayasofya’nın “bir kısmının” müze yapılmasına, mabed kısmının eskisi gibi cami olarak kullanılmasına karar verilmiştir. O tarihlerde ve bilhassa 1938’den sonra başlayan Millî Şef İsmet Paşa devrinde ülke camilerinin birçoğu zaten ibadete kapatılmıştı. Meselâ 1943’te Sultanahmet Camii kapalıydı, asker deposu olarak kullanılıyordu. Atatürk, Ayasofya’nın tamamının kapatılmasını düşünmemiş ve planlamamıştır. Bina çok haraptı, bir kısmının, bazı galerilerinin müze haline getirilmesi için çalışmalar yapılacaktı. Bu maksatla bir müddet için kapatılmıştır. Merhum Ziyad Ebüzziya Bey, “İslâm Mecmuası”nın 1987’de yayınlanan “Ezan sesine hasret Ayasofya” adlı yazısında, Ayasofya’nın nasıl bir oldubittiye getirilip sahte imzalar ile müze haline getirildiğini belgeleriyle anlatmakta ve açıklamaktadır.Ziyad bey şöyle diyor:

            “İkinci Dünya Savaşı, Batı cephesinde 1945’de bitmişti. Şükrü Saracoğlu, Mayıs 1945 sonunda başvekil oldu. Tasvir Gazetesi’ni çıkarıyordum. Saracoğlu biz gazete sahip ve başyazarları davet ederek ilk basın toplantısını yaptı. Konuşma sırasında, harp yüzünden tamir edilmemiş olan abidelerden söz edildi. Arkadaşlardan merhum Yeni Sabah sahibi Celaleddin Saracoğlu, “Ayasofya’nın henüz düzenli bir müze halini almadığını ve daha ne kadar ibadete kapalı kalacağını” sordu. Saracoğlu:”Biraz nefes alalım, hepsini düzenleyeceğiz ve tabii ibadete de açılacaktır” dedi. Bu sözlerle, en

salahiyetli bir ağız da, Ayasofya’nın “ibadete açık” bir müze sayıldığını bildirmiş oluyordu…”

            Madde 5: Ziyad Ebüzziya Bey, Ayasofya’nın bir kısmının müze, ibadet yerinin cami olarak hazırlanması planını Hasan Ali Yücel’in bozduğunu ve bütün binayı müze haline getirdiğini yazmaktadır. Yani Ayasofya’nın tamamının müzeleştirilmesi Mustafa Kemal Paşa’nın emri ve arzusuyla olmamış, HasanAli Yücel’in oyunlarıyla olmuştur.

            Madde 6: Ayasofya’nın tamamının müze yapılmasına yol açan bir “Kararname”den bahsediliyor. Böyle bir kararname devletin resmî gazetesinde yayınlanmamıştır, numarası yoktur. Kararnamelerin saklandığı ve bulundurulduğu resmî dairede aslı veya kopyası mevcut değildir. Sicil-i Kavânin, Düstur, Kanunlarımız gibi eserlerde yer almamaktadır. Bundan anlaşılmaktadır ki, herhangi bir tarihî eserin onarımında olduğu gibi tamirine karar verilmiş, bu tamir esnasında mecburen cami kalacak kısmı da GEÇİCİ olarak ibadete kapatılmıştır.Daha sonra bir punduna getirilip tamamı müze haline getirilmiştir.

            Madde 7: Günümüzdeki bazı Atatürkçüler, Ayasofya’nın tamamının müze haline getirilmesini katı bir dogma olarak kabul etmekte ve bu konuda hiçbir müzakere ve tartışmaya açık bulunmamaktadır. Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacağı üzere, bu dogmayı Atatürk’e bağlamak mümkün değildir. Ayasofya devamlı şekilde müze olarak kalamaz. Ya eskisi gibi cami yapılacaktır (bir kısmı müze şeklinde kalabilir), yahut Haçlıların arzusuna uyularak kiliseye dönüştürülecektir. Bizdeki bazı Beyaz Türk Lucas Notaras’lar “Ayasofya’da ezan okunduğunu, namaz kılındığını görmektense papaz şapkaları görmeyi tercih ederiz…” zihniyetine sahiptirler. Bu onların bileceği bir iştir, Türkiye halkı, bir kısmı müze olarak kalabilecek şekilde caminin ana kısmının tekrar İslâm ibadetine açılmasını kesin olarak istemektedir.Bu konuda bir referandum yapılsa, yüzde 90’ı aşan “cami yapılsın” oyu çıkacaktır. Katolikler, Endülüs’ten kalan tarihî İslâm mabetlerini kilise ve katedral yaptılar.Biz de Ayasofya’yı cami yaptık. Unutulmasın ki, Müslümanlar Hazret-i İsa’yı, Hazret-i Meryem’i severler ve kabul ederler.Yine, Allah’ın İncil adında kutsal bir kitap göndermiş olduğuna inanırlar. Ayasofya’nın tekrar cami yapılması Hazret-i İsa aleyhisselâmın da ruhaniyetini hoşnut edecektir.

Madde 8: Resmî makam ve merciiler, uzun yıllar boyunca Fatih’in Ayasofya vakfıyesindeki “Benim bu camimi camilikten çıkartacak olanların üzerine Allah’ın, insanların ve meleklerin laneti olsun…” meâlindeki cümleyi araştırıcılardan saklamışlardır. Nihayet bin zahmetle metnin tamamı bulunabilmiştir.

            Sonsöz: Ayasofya’nın, Sultan III. Ahmed Çeşmesi karşısındaki küçük bölümünde 25 seneyi aşan bir zamandan beri namaz kılınmakta ve ezan okunmaktadır. Ortada yeni bir durum yoktur. Ayasofya’nın tamamı Mustafa Kemal Paşa tarafından müze yaptırılmamıştır, bina tamir ve restorasyon için kapatılmıştır. Bu konuyla ilgili Bakanlar Kurulu kararnamesi bir “fabrikasyondur”, Maarif Vekili Hasan Âli Yücel’in çevirdiği dolapla binanın tamamı müze yapılmıştır. “Basın, halk, dindarlar buna itiraz etmediler mi?” O devirde ağzını açmak mümkün müydü?.. İstanbul’da sıkıyönetim vardı, tek parti iktidarı hüküm sürüyordu. İtiraz edenin, muhalefet yapanın canına okurlardı… Ayasofya’nın tekrar İslâm ibadetine açılması evrensel insan haklarına, hukuka, din ve vicdan hürriyetine, demokrasiye, millî iradeye, millî kimliğe, tarihimize ve kültürümüze uygun olacaktır. Atatürk’ün kapattırmış olduğu Mason localarına sempatiyle bakan, Atatürk rejimini yıkmak, Atatürk’ü alaşağı etmek istediği için muhakeme edilip on beş sene ceza evinde kalan Nazım Hikmet’i yere göğe sığdıramayan birtakım sahte ve şaibeli Atatürkçülerin “Ayasofya açılamaz” yaygaralarının hukukî, tarihî, sosyal, kültürel hiçbir kıymeti yoktur. [2]

            Ayasofya`ya Cemaat Olmak

            Aslında, bu tarihi mabet hala ayakta oluşunu Türklere ve Müslümanlara borçludur. Sezar’ın Mısır’a saldırdığın da, o zamanın harikası, muhteşem İskenderiye Kütüphanesini yaktığı gibi, 1204 yılında İstanbul’u zapt eden haçlıların da, bu şehri vahşice barbarca nasıl yağmaladıklarını sanat eserlerini yıktıklarını tarih bize haber vermektedir…

Nitekim, İstanbul un fethiyle bir çağ kapatıp, yeni bir çağ açılmasına vesile olmuş, şair ruhlu Koca Sultan, Muhammed Fatih Han, şehri teslim aldığı zaman, mabedin yağmalanmış, bakımsız haline bakıp, derhal onarım ve bakımını emir ederken tarihe geçen şu beyti söylemiştir:

Perde-dârî mî küned der tâk-ı kisrâ ankebût

            Bûm-i nevbet mî zened der kal’a-ı Efrâsiyâb

            Yani; Örümcek Kisrâ’nın penceresinde perdedarlık yapıyor. Baykuş Efrasiyab’ın kalesinde nevbet bekliyor.

Fahri Kâinat, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in ön görüsü ve övgüsüyle fethedilmiş, kendi öz mülkümüz olarak vasiyet edilmiş, bu şehri şahaneyi adeta sembolize eden mabedin mahzunluğu, bir zamandır namazgâh olamayışından, İşgal zamanlarında bile kesintisiz okunan Kur-an ı Azimüşşan’ın okunamayışından ileri gelmektedir.

            Ne hazindir ki yine, tarih tekerrür etmiş, o zamanda olduğu gibi şimdide, yine örümcekler ağ kurmuş, adeta baykuşlar nöbet bekliyor… Cami kimliği askıya alınmış, gerçek bir müze hüviyetinden de uzak, arafta müphem bir bekleyiştedir.

Hıristiyan dünyası, fethi mübini yüzyıllardır içine sindirememiş, meydanda kaybettiği savaşın kuyruk acısının rövanşını masa başında alma hevesiyle bir şekilde Ayasofya’nın ibadete açılmasına engel olmaktadır…

            Bir takım Bizans entrikalarıyla, kotarılmış bu işin, hiç de hukuki mesnedi yoktur. Oysa bir zaman ört-bas edilip, dillendirilmeyen hakikat odur ki; Ayasofya, kilisenin mülkü değil, imparatorun malıdır ve Fatih Sultan Mehmed Han dahi, kendi parasıyla nakdini ödeyerek, imparatordan satın almış ve camii olarak vakfetmiştir. Öyle ki bu vakfının şartlarını değiştirenlerin Allah’ın ve meleklerin lanetine uğrayarak kesintisiz ebedi ateşte kalması için ettiği duayı hepimiz bilmekteyiz.

            ( – “… İşte bu benim Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi kim değiştirirse, Allah’ın, Peygamberin, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün müslümanların ebediyen laneti onun ve onların üzerine olsun, azapları hafiflemesin, haşır gününde yüzlerine bakılmasın, kendilerine şefaat eden hiçbir kimse bulunmasın. Kim bunları işittikten sonra hâlâ bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır. Allah’ın azabı onlaradır. Allah işitendir, bilendir.” )

            Hendek (namı diğer Ahzab ) Savaşında, Resul-ü Ekrem Nebiyi Muhterem Sallallahu Aleyhi ve Selem in, fütuhat için dua edip, duasının kabul olduğu ve galibiyetinin Cebrail as. tarafından, Zat-ı Şeriflerine müjdelendiği ki, bu müjdeden sonra Fetih Mescidi olarak anılan, Sel Dağındaki mescitle Allah-u âlem kardeş ilan edildiğini, İstanbul’un kibarlarının ve Şehri şahanenin şairlerinden Yahya Kemal in nezaketen, Peygamber-i Zişan’ın işaretine ve Fethine müyesser olan Cihan hükümdarına hürmeten, ‘Ayasofya’ diye değil de ‘Fetih Mescidi’ diye andıklarını öğreniyoruz.

            Sadece Fatih Sultan’ın değil, aynı zaman da Peygamberimizin de bize emaneti olan, bu kutsal mescit e ilgisiz kalmamak adına, Fatih’in evlatlarını, İstanbul’un gerçek sahiplerini her Cuma, sabah namazına davet ediyoruz… Biz de, Mahbub-u Hüda Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz in, Sel Dağın da ki, Fetih Mescidin de yaptığı dualarla, Rabbi Teala ya yönelerek, ümmet-i Muhammed’in futuhatı için, bir dilek, bir gayret, bir niyaz ortaya koyalım diyoruz…[3]

Ayasofya’nın Tarihi

            326-27- Aslında tarihi kesin tespit etmek zor. Fakat İstanbul’un Roma İmparatorluğu’na merkez olmaya başladığı yılların, bu dönem olduğu hatırlanırsa ilk Ayasofya’nın da bu yıllarda inşa edildiği söylenebilir.

360 – Kilise kesin olmayan bir sebeple yıkılınca, II. Kostantin biraz da babasının hatırasını yaşatmak düşüncesiyle, Ayasofya’yı yeniden inşa ettirir. Düzenlenen bir resmi törenle ibadete açtırır.

415 – Yangının tarih sahnesinden sildiği mabet,

415’te yeniden yaptırılır ve bir asırdan fazla yaşar.

532 – İstanbul’u bu tarihte yerle bir eden iç savaş (Nika İhtilali) Ayasofya’yı tekrar yıkar. Hıristiyanların bu şöhretli mabedi, bir daha kül yığınına döner.

            Justinianus, İmparator Hz. Süleyman’la rekabet sevdasına düşer. 1400 yıldan beri ayakta duran bu en büyük mabedi geçme düşüncesinin kamçıladığı İmparator, zafer sarhoşluğu içinde faaliyetlere başlar. Yapımına 532’de başlanıp .537’de bitirilir. Dünyanın yedinci harikası olarak bilinen Efes Artemis tapınağının sütunları, Ayasofya’da kullanılır.

            Ve imparator eserinin açılış merasimde “Seni geçtim ya Süleyman” diye sevinçten çıldırmış bir şekilde bağırmıştı.

            553-57 – Depremlerde ciddi hasar gördü. Beş yıl kadar süren tamirden sonra 562’de tekrar ibadete açıldı.

            986 – 25-26 Ekim gecesi şiddetli bir yer sarsıntısı İstanbul’u korkuya düşürmüştü. Ayasofya’nın hali de yürekler acısıydı. Yapılan tamirattan sonra, 13 Mayıs 994’te yeniden hizmet vermeye başladı.

1204 – İstanbul’un uğradığı saldırı felaketi 1261’e kadar devam eder. Büyük Latin yağmasında Ayasofya, bütün servetini kaybedip içi boşaltıldı.

            Latin istilasından sonra da Ayasofya’nın başı dertten kurtulmaz. Bizanslılar, dindaşlarının altmış yıllık zulmü altında inleyip duracaklardı.

            Öte yandan Paleoglar’ın 1261’de Latin hakimiyeti ne son vermeleri İstanbul ve Ayasofya’nın kaderini değiştirmez. Hem İstanbul hem Ayasofya perişandı.

            Ve Kilisede Son Ayin

            Osmanlı imparatorluğunun şehri kuşatmasının üstünden tam 51 gün geçmiştir. Bizans sarsılmaktadır. İstanbullar adeta nefes alamamaktadır. İnançlı olanları son kaleleri, Ayasofya’ya kapanıp duaya sığınmaktadır. 28 Mayıs’ı 29 Mayıs’a bağlayan gece, Ayasofya’da son ayin yapılır. İmparator başta olmak üzere saray halkının da iştirak ettiği bu ayin sonrası, papazlar başta olmak üzere İstanbul’un her yeri meşalelerin aydınlığında gezilerek kutsanır. Ve Konstantin tavsiyelerinin sonunda Bizanslıları Türk ordularına karşı şöyle uyarır: “Eğer bu tavsiyelerime riayet edecek olursanız, Tanrı’nın bize yolladığı haklı cezadan belki kurtulabiliriz…”

            Elli iki günlük kuşatmanın sonunda Fatih Sultan Mehmet, 29 Mayıs 1453’te, Bizans yıkılmış, İstanbul’a yak başmıştır.

            Öğle vaktinde girdiği Ayasofya’da yapılan düzenlemeyle ikindi namazını kılmaktadır.

Günlerden 1 Haziran. İstanbul alınalı üç gün olmuştur. Ayasofya’da ilk Cuma namazı kılınacaktır. Fatih, Ayasofya’ya büyük bir alayla geliyor. Ve bu muazzam mabette imamlık vazifesini, fethin manevi mimarı Akşemseddin yapmaktadır.

            1. Dünya Savaşı’nda Ayasofya

            İstanbul’un işgali memleketi büsbütün mateme boğacaktır. Çünkü Türklüğün ve İslam aleminin can damarı adeta boyunduruk altına alınmıştır. Elden çıkması demek, İslam’ın ve Türk milletinin tarihten silinmesi anlamını taşımaktadır.

Müslümanlar akın akın bu işgal altındaki şehirden çıkmaktadır. İstanbul’un bir buçuk milyonu aşan nüfusu altı yüz bin civarına düşer. Bunun yarısı gayri Müslimlere aittir.

            İşgal altındaki bir şehirde, bu kadar korkunç bir göçün gizliden gizliye olup bitiğine inanmak budalalık olur. Besbelli ki Müslüman teba sistemli olarak göçe zorlanmıştır. Yunanlılar işgali iki alanla geliştirir:

1- Maddi işgal

2- Manevi işgal

            Birinci işgalde asıl icraat askeri kılıklı eşkıyaların. Ancak ikinci işgal papazlarındır… Anadolu’daki eski kiliseler birer birer açılmakta, cami olanlar kiliseye çevrilmektedir. Bu faaliyetlerin iki gözdesi vardır:

1. Efes’teki Hz.Yahya Camii

2. Ayasofya

Binbaşı Tevfik Bey

Fener Patrikhanesi, işgal yıllarında iyiden iyiye niyetlerini ortaya çıkarmaya başlamıştır. Patrikhane’nin yaptığı ilk iş; çift kartal armalı bayrağını yeniden asmaktır. Sırada Ayasofya’yı yeniden kilise yapmak vardır. Fakat Patrikhane buna henüz hazır olmadığını kanaatındadır. Bu işi en akıllıcası işgal kuvvetlerine yaptırmaktı ki, bu amaçla Fransız taburu harekete geçirilip kışkırtılmıştır.

Bu düşünceyle ve bir de yer darlığı bahanesiyle Ayasofya’daki Türk taburunun burayı boşaltması istenir. Bu tabur, Binbaşı Tevfik Bey adında bir subayın komutasındadır. Binbaşı Tevfik Bey, için de bulunduğu yerin ne derece önemli bir yer olduğunun farkındadır. Tarihçilerin deyişiyle, “Binbaşı Ayasofya’ya sığınmıştır. Ayasofya da Binbaşıya”.

  Olayı, Dr. İlhan Akçay’ın Ayasofya Camii adlı eserinden aktaralım: “Kasvetli bir gündü, İstanbul’un o yağmurlu, insanı kasvetten ağlatan mütareke günlerinden bir gün. Fransız taburu, Ayasofya kapısına bütün teçhizatı ile dayanıyor. Fakat binbaşıdan emir alan Türk askerleri onları içeriye sokmadılar, süngülerini uzatarak taburun yolunu kestiler. Caminin büyük giriş kapısına, iki ağır makineliyi çapraz makas ateşi yapabilecek şekilde yerleştirmişlerdi. Türk kumandanı ağırbaşlı ve heyecanını saklar halde, Fransız kumandanına sert ifade ile ne istediğini sorar. Camiye girip yerleşmek istediklerini öğrendiğinde:

“Buraya giremezsiniz ve giremeyeceksiniz. Çünkü burası benim mabedimdir” diye cevap verir.

Fransız kumandanı ile aralarındaki görüşme, aşağı yukarı şöyle geçiyor:

Fransız kumandanı yeniden sorar:

– Siz asker değil misiniz? Burasını tahliye ederek bize teslim etmeniz için emir almadınız mı?

            “Binbaşı Tevfik Bey bu işgalci, küstah sözler karşısında gürleyen bir sesle şöyle karşılık verir:

– Evet ben bir askerim. Ve asker olduğum için sizi, ben sağ oldukça geçirmeyeceğim. Ben aynı zamanda bir Türküm ve bir Müslüman’ım. Burası da benim kutsal mabedimdir. En büyük amir olan vicdanımdan aldığım emirle sizi buraya sokmayacağım. Şayet zorla girmeye çalışacak olursanız, size ilk cevap verecek olan ağır makineliler. Yalnız bu kadar da değil; eğer bunlar maksadı temin etmezse, caminin dört köşesine kafi miktarda tahrip kalıbı yerleştirdim. Her şeye rağmen teşebbüsünüzde ısrar ederseniz, bu koca mabet bu taburun üstüne çökecektir ve siz bu mabede giremeyeceksiniz. Arzu ederseniz buyurun deneyin.”

            Ayasofya ve Atatürk!

            Masonların memlekette cirit attığı l930’lu yıllarda, Amerika’nın Boston şehrinde bir enstitü kurulur: Bizans Araştırmaları Enstitüsü… Enstitünün başına getirilen adam bir papaz. Papaz, fakat papazdan çok siyasi bir militan. Adı Whitte More. İsminin önünde Papaz Profesör ünvanı var. Türkiye’deki muhalifleri, adamın ilmi şahsiyetinin olmadığını, yayınlanmış ciddi eserlerinin bulunmadığını yaymak isterler.

İşte bu adam, Bizans Araştırmaları Enstitüsü Müdürü sıfatıyla Mustafa Kemal’e müracaat eder. Küçücük bir dileği vardır: O da Ayasofya’yı tamir etmek… Başvuru yılı 1931. Bu samimi ve zararsız başvuru kabul görür ve papaz başkanlığında tamir çalışmaları başlar. Başlar başlamasına da, papazın başı namaz kılan müminlerle derttedir. Günde beş vakit namaz tamirat işlerini aksatmaktadır.

            Papaz’ın pratik zekası bir daha devreye girer ve tamir faaliyetlerinin daha rahat yapılabilmesi için, Ayasofya’nın geçici olarak ibadete kapatılması sağlanır. Ondan sonra ne tezgahlar kurgulanır bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, Ayasofya’nın o günden sonra bir daha ibadete açılmadığıdır. Prof. Semavi Eyice’den dinleyelim: “Whitte More çalışmalar sürerken, 1934’te Atatürk bir akşam sofrasında Ayasofya’nın müze haline getirilmesi düşüncesini ortaya atmıştır.”

            Bizim kanaatimiz:  Mustafa Kemal Batı dünyasının (Haçlı-Siyonist ittifakının) Ayasofya’yı kilise yapma niyetinin farkındadır. Fethin sembolü olan bu mabedin müzeye çevrilmesi isteği, sonradan kiliseleştirmenin ilk basamağıdır. İşte burada Atatürk’ün taktik dehası devreye girmiş; doğrudan kiliseye dönderilmesi yerine, müzeye çevrilmesinin, Türkiye’ye zaman kazandıracağını ve ileride yeni fırsatlar ve imkanlar doğacağını hesaplamıştır. Çünkü zaten Cumhuriyet o günkü şartlarda, batının dayatmalarına karşı çıkacak güçten yoksun bulunmaktadır. Yani Atatürk, Ayasofya’yı cami iken müze yapmamış; tam aksine kilise yapılacak iken müze olmasına göz yumarak Onun elde kalmasını sağlamıştır.

Ancak bir dönem olduğu gibi günümüzde de hala ara sıra tartışma konusu olan bir durum vardır ki o da; Ayasofya’nın Mustafa Kemal Paşa’nın imzasıyla müzeleştirilip müzeleştirilmediği olayıdır. Hatta bu konuda 2005 yılı içerisinde, bağımsız milletvekili olduğu dönemde İstanbul milletvekili Emin Şirin de bazı açıklamalar yapmıştır. Şirin, Atatürk’ün imzasının sahte olduğunu, bu imzanın Paşa’nın kendi imzası olmadığını ortaya atmıştır.

            Bu konu üzerinde yakın tarihimizde görüş bildiren en tanımış aydınlardan birisi de Ebuzziya Tevfik’tir. Torunu, Ebuzziya Tevfik’in bu iddialarla ilgili olarak şu açıklamalarda bulunduğunu, 1995 yılında yayınlanan “Ayasofya” isimli kitabında Yazar Hüseyin Yılmaz’a şöyle aktarıyor: “… Mustafa Kemal tam İstanbul’a geldiği sıralarda, Amerika’dan bir heyet veya zat geliyor. Mutemete resmen müracaat ediyor. Oradaki Bizans Enstitüsü’nün bir temsilcisi diyor ki; -Ayasofya hayli harap halde, bunu müsaade edin de biz tamir edelim. Ve eski haline getirelim…- diyor. “Ancak Amerikalı müracaat edince, hükümet bizim kendi paramız vardır, tamir için paramız yeterlidir. Biz yaparız başkasına ihtiyacımız yoktur, diye talebi geri çevirmiştir. O sırada Maarif Vekili Hikmet Bayur’dur. M. Kemal gelir Ayasofya’nın etrafını görür. -Yahu Ayasofya’yı bu rezalet halden kurtaralım, kırık dökük şeyleri ortadan kaldırmak lazım. Madem ki bunu tamir edip eski haline getirmek de mümkün, bunu biz yapalım” diye teklifte bulunur. Hikmet Bayur, Maarif Vekilliğinden büyükelçiliğe tayin edilir ve yerine Abidin Özmen gelir. Ayasofya’nın sahibi, Fatih Sultan Mehmet’in kurduğu vakıf dolayısıyla o zaman ki Vakıflar Umum Müdürlüğü’dür. Etrafındaki bir kısım yerler Vakıflar’a aittir. Diğerleri muhtelif kimselerindir. Vakıflar Umum Müdürlüğü’ne bütün bunların temizlenmesi, kaldırılması, istimlak edilip tamir edilmesi için emir verilir. Bu gelişmeler üzerine mesele Mustafa Kemal Paşa’nın sofrasında yeniden görüşülür. Abidin Özmen, Maarif Vekili olarak madem ki burasını – yani ibadete açık olmayan kısımları- müze haline getirmeyi düşünüyoruz, o halde bunu Maarif Vekaleti’ne verin, biz bunu yapalım- der. Maarif vekilinin yapmasına hemen karar verilir. Fakat Maarif Vekaleti’nin bütçesinde böyle bir tamir için ayrılmış para yoktur. Ayrıca bütçelerden bir fasıldan, bir fasıla para intikali imkanı da yoktur. Bunun üzerine vekiller heyetinde konuşulur. Vekiller heyetinin kararı ile Maarif Vekaleti’nin bu masrafı yapması emredilir. İşte “kararname” diye tutturdukları budur. Bütün kararnameler, Resmi Gazete’de ilan edilir. Bazı kararlar da, yani kararname mahiyetinde olmayan 2. derecede olan bu tür kararlarda tek heyetten çıkmasına rağmen, Resmi Gazete’de ilan edilmez. Doğrudan doğruya, Müdevvenet Müdürlüğü denen bütün bu kanunların hepsinin toplandığı yere gider. Bu gün bile herhangi birisi Müdüvvenet Müdürlüğü’ne gider ve kararnameleri görmek isterse, istediği kararnameler önüne çıkarılır. İstediği kısmı alabilir. Ama kararnameler içinde neşredilmeyen bir kısmın fotokopisini vermezler. Kanunen yasaktır. Geçen gün bir gazetede, sadece bu karar olan, ancak buna rağmen ısrarla ve kasıtlı olarak  kararname dedikleri şeyin altına Atatürk’ün imzasını taklit ederek basacak kadar işi ileri götürdüler. Şimdi bu (Vekiller heyetinin kararı ile Maarif Vekaleti’nin bu masrafı yapması emri) neşredilmemiş bir “karar” olarak kaldı…”

            Fatih’in Vasiyeti

            O dönem ki adıyla Evkaf Umum Müdürlüğü, bu günkü adıyla Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün Fatih Vakfı’na ait vakfiyeden çıkarttığı lanet bölümü de denilen, bize göre en doğru ifadeyle “Uyarı Bölümünü”nü görelim…

 “Kim bu vakfiyenin bir şartını değiştirir, fasit bir teville, dalavereyle vakıf hükmünü yürürlülükten kaldırmaya kasteder, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder veya bunları yapana yol gösterir veya yardım eder veya kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkar veya sahte evrak düzenleyerek mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi hesabına geçirirse haram işlemiş olur, günah kazanır. Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların ebediyen laneti onun üzerine olsun. Azapları hafiflemesin. Kıyamet gününde yüzlerine bakılmasın…”

            Ayasofya, Bizans’a tanıklık etmiş, Osmanlı’yı yaşamış, Cumhuriyeti ise yaşıyor… Hıristiyanlık alemi için kutsal olduğu gibi, İslam dünyası için de manevi bir sancak. Müze, cami, kilise üçleminde politik tartışmalara ismi karışmış olan bu tarihi yapının kaderinde iki dönem bulunuyor. Biri I. Ayasofya dönemi olan eski dönem, ikincisi ise, İstanbul’un fethinden sonraki II. Ayasofya dönemi. I. dönem Ayasofya’ya ait hemen hemen bütün yapı ve dokular günümüze kadar gele bilmişken, II. dönem Ayasofya’ya ait birçok yapı ve doku ne yazık ki günümüze kadar ulaşabilmiş değil. Zaten hiç kimse de bu yapılardan haberdar değil. Kayıp Ayasofya’ya ait, imarethane, medrese başta olmak üzere birçok önemli mekandan eser yok. II. dönem Ayasofya’dan, kilisenin camiye çevirilişini gösteren birkaç önemli doku bulunuyor. Yeni nesil ise, kart postallarda da olsa görebildiği Ayasofya’nın dışında başka bir yeri görmüyor, bilmiyor. Ayasofya’yı da sadece bu yapıdan ibaret zannediyor. Oysa Ayasofya bir zamanlar başlı başına bir külliyeydi.

            İstanbul’un Türkler tarafından fethinden sonra, şehrin en eski yapılarından Ayasofya çeşitli onarımla da yaşatılmış ve yeni ilaveler yapılmış. Ayasofya’nın onarım ve yeni kısımlarının inşasında, Mimar Muslaheddin, Mimar Sinan-ı Atik, Mimar Ayas, Mimar Hayrettin ve Mimar Sinan’ın büyük emekleri geçmiştir. Osmanlı dönemi boyunca Ayasofya’nın ana yapısına Fatih tarafından medrese, I. Mahmut tarafından kütüphane, imarethane, şadırvan, sübyan mektebi, sebil, çeşme, Abdülmecid tarafından muvakkithane gibi önemli eserler ilave edilmiştir. Ancak bu yapılardan günümüze kadar sadece I. Mahmut’un yaptırmış olduğu kütüphane gelebilmiş. Kütüphanenin dışında II. dönem Ayasofya’ya ait hiçbir eser şu anda yok. Yok olan bu yapıların en önemlisi, Fatih’in yaptırmış olduğu Ayasofya Medresesi. Ayasofya Medresesi’nin müderrisliği, dönemin en büyük ilmi payesi sayılıyordu. Ali Kuşçu başta olmak üzere, Molla Hüsrev, Mehmet bin Feramürz gibi alimler Ayasofya Medresesi’nde müderrislik yaptı. Fatih Sultan Mehmet’in, Fatih Camii Külliyesi’ni yaptırması ve Semaniye Medresesi’nin açılmasıyla öğrenim bir yerde toplanmış, Ayasofya Medresesi’ne olan ihtiyaç ise azalmıştı. Sultan II. Mahmut zamanında onarım gören medrese, Darü’l Hilatü’l Aliye Medresesi olarak 1924 yılına kadar kullanılmış, 1934 yılında Ayasofya’nın müze olması kararından sonra da diğer yapılana birlikte tamamen yok olup gitmiş.

            Osmanlı Ayasofyası Yok Edildi

            İmarethane, sübyan mektebi, medrese başta olmak üzere kayıp Ayasofya’nın izini aramaya başlayan Ayasofya Müzesi eski Müdürü, Arkeolog-Sanat Tarih çisi Erdem Yücel, Osmanlı dönemi Ayasofya’sının bilinçli bir şekilde yok edildiğini söylüyor. Yücel, “Eski Ayasofya günümüze kadar gelebilmişken, ondan daha genç olan Osmanlı dönemi yapılarının yok oluşunu anlamak mümkün değil. Ortada bir kayıp Ayasofya var. Kimse bunu bilmiyor. Ben görevli olduğum süre de, eski dokuları ortaya çıkarmak için ekip halinde günler süren bir çalışma yaptık. Merhum Mimar Alpaslan Koyunlu ile Fatih’in yaptırmış olduğu medresenin temelini ortaya çıkardık. Diğer eserleri tam olarak inceleyemedik. Ayakta kalan kütüphaneyi ise onardık. Fatih’in İstanbul’u fethettikten sonra yaptırmış olduğu ilk medrese. Bu medrese dikdörtgen bir plan şeması gösteriyor. 12 odalı bir yapıydı. Osmanlı döneminden önceki Ayasofya tahrip edilmemiş, sadece birkaç mekanın kullanım amacı değiştirilmiş. Osmanlı dönemine ait bir çok önemli mekanın bilinçli bir şekilde yok edildiği karşımıza çıkıyor. Çünkü böylesine mekanların yok olması başka türlü izah edilemez” şeklinde konuşuyor.

Vakfiyeden Haber Yok

            Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethettikten sonra Ayasofya’da kıldığı ilk cuma namazının ardından, bu yapıyı onarmış ve yeni yapılar ilave etmiş. Tam anlamıyla olmasa da bir külliye kuran Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı geleneğinden gelen bir hareketle burası için bir vakıf kurmuş. Fatih Sultan Mehmet’in  “Kenise-i Münakkaşa” diye tabir ettiği vakfiyenin, Ayasofya Külliyesi’nin yaşaması için, bir takım hanların ve dükkanların gelirini buraya bağlamış. Ancak günümüzde, Ayasofya Vakfiyesi’ne ait herhangi bir gelir kaynağına ve vakıfa ait dükkan ve iş hanına rastlamak mümkün değil. Bu dükkanların ve hanların akıbeti ise belli değil. Vakıf malı devredilemez, satılamaz ibaresi göz önünde bulundurulursa, o dönemlere ait dükkanların ve iş hanlarının en azından yerlerinin kimlere intikal ettiği bilinebilir.

Ayasofya ile ilgili olarak çalışmalar yapan Ayasofya Müzesi eski Müdürü Erdem Yücel, vakfiyeden eser olmadığını belirterek şöyle konuşuyor: “Zaman çok eski, ama vakfiye geleneğinde malın kime devredildiği, ne şekilde olduğu bilinebilir. Ancak üzerine düşülmediği için şu anda bir şey söylemek mümkün değil. Belki şu anda Ayasofya’nın çevresindeki dükkanların en azından mekan vakıf malıdır Böyle ise o zaman dükkanlar da vakıf malı sayılır. Bu dükkanları işletenlerin vakfa kira vermesi gerekir. Bunu Vakıflar Müdürlüğü’nün takip etmesi gerekir. Bu sadece bir varsayım ve bir tahmin. Çünkü buralardan gelen gelirler, Ayasofya’nın tamiratı ve giderleri için harcanır. Onarım ve tamirat için ödenek beklemeye gerek kalmayacak.”

            Türbeler Harap

            Ayasofya Külliyesi içinde bulunan Osmanlı dönemine ait mekanlardan birisi de, Osmanlı sultanlarının türbesinin bulunduğu kısım. Türbeler günümüze kadar gelebilmiş ama tam olarak muhafaza edildiği söylenemez. Türbelerde Sultan II. Selim, III. Murat, III. Mehmet, Sultan İbrahim ve I. Mustafa’nın sandukalarının yanı sıra, şehzadelerin, sultan eşlerinin ve çocuklarının da mezarları bulunuyor. III. Murat’ın annesi Safiye Sultan, Mihriban, Fatma Sultanlar başta olmak üzere yirmi bir kızı, Sultan I. Ahmet’in şehzadelerinden Kasım, Sultan III. Mehmet’in üç oğlu, iki kızı, Sultan İbrahim’in bir şehzadesi ile iki sultanı olmak üzere elli dört sanduka bulunuyor. Ayrıca türbenin yanında, Sultan Murat’ın oğullarının gömülü bulunduğu şehzadeler türbesi yer alıyor.

            Osmanlı sultanlarına ve şehzadelerine ait Ayasofya’daki türbeler itina ile yapılmasına rağmen, daha sonra kendi haline bırakılmış. Cumhuriyet döneminde kapısına kilit vurulan türbelerin duvarları çatlamış, sandukaların üzerlerini örten malzemeler dökülmüş, metruk hale gelmiş. Sanat Tarihçisi Erdem Yücel’in Ayasofya Müzesi Müdürü olarak atanmasından sonra türbeler elden geçirilmiş, baştan sona tadilatı yapılmış. Yücel, tamirat ve tadilatla yetinmemiş, bir de burayı yerli yabancı turistlerin ziyaretine açmış. Ancak Yücel’in görevinden ayrılmasından sonra türbeler tekrar kapatılmış. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra Yücel, tekrar görevine başlamış, türbeler de tekrar açılmış. 1996 yılına kadar Yücel’in görev süresiyle birlikte türbeler açık kalmış, bu tarihten sonra tekrar kapatılmış. Yani gitmiş türbeler kapatılmış. Şimdi ise türbeler kapılarına kilit vurulmuş ve kendi hallerine bırakılmış durumda.

            Ayasofya Müzesi eski Müdürü Erdem Yücel, türbelerin tekrar harabeye dönüştüğünü belirterek şunları söylüyor: “Türbeler kısmını onarıp ziyarete açtım. Hatta açılışı dönemin Kültür Bakanı Fikri Sağlar yapmıştı. Ben görevde kaldığım sürece türbeler ziyarete açıktı. Birçok insan türbeleri ziyaret ederek, Ayasofya’da türbelerin olduğunu öğrendi. Benim olmadığım dönemlerde türbeler kapatılmış. Şimdi ise yine kapalı. 4 yıldır türbelerin kapısı açılmamış. Her taraf eski haline dönmüş. Türbelerin hali şu anda harap durumda. Böylesine önemli olan türbelerin kendi haline bırakılmasını anlamak mümkün değil. İlk defa beş Osmanlı Sultanı bir arada bulunuyor. Bu bakımdan da çok önemli bir yer. Bu türbeler sıradan türbeler değil, bir de burada Türk sanatı ortaya koyulmuş. Çiniler, mozaikler ve ahşaplardaki desenler Türk mimarisinin özelliklerini ortaya koyuyor.”

            Ayasofya’da Neyin Restorasyonu Yapılıyor?

            2000 yılında, Avrupa Parlamentosunda  bir Romen milletvekilinin öncülüğünde, Ayasofya’nın tekrar kiliseye dönüştürülmesi için kampanya başlatılmıştır. Asırlardır Türkler tarafından günümüze kadar korunabilmiş, bakımı ve onarımı bizler tarafından yapılmış olan Ayasofya’nın, ne hikmetse 80’li yıllarda bakımı ve onarımı dışarıya havale edilmiştir. Dünya anıtları fonu tarafından “Dünya Kültürel Mirası’nın” en önemli 100 anıtı arasına alınarak, Dünya Kiliseler Birliği’nin içinde bulunan birçok yabancı kuruluşlardan onarım parası alınmaya başlanmıştır. Ayasofya camiye dönüştürüldüğünde boyanarak üzeri kapanan resimler; restorasyon adı altında temizlenerek bir bir ortaya çıkarılmaya başlanmıştır. Bu işlemin gerçekleştirilmesi dahi, buranın kiliseye çevrilmesinin habercisiydi. Bugün bu çalışmalar hemen hemen bittiğine göre, artık ibadete açılması içinde AB harekete geçmiştir. Peki böyle bir restorasyon çalışmasına hangi yetkililer izin vermiştir? Bunun hangi amaçla yapıldığını bu yetkililer anlamamışlar mıydı? Yoksa anladıkları halde, sırf koltuklarını korumak uğruna buna peki mi demişlerdi? Ayasofya, Türk Milletinin Milli Egemenlik sembolüdür. Bunun için asla taviz verilemez.

            Son günlerde Patriğin, yeni bir takım oyunlar için de girerek Papa’yı Türkiye’ye davet etmesi, Ayasofya’da ibadet etme söylemlerinin ortaya atılması son derece tehlikeli oyunlardır. Patrik ateşle oynamaktadır! Şunu unutmasın ki, düşman işgali altındaki İstanbul’da bile Ayasofya’nın ele geçirilmesi ihtimali söz konusu olunca, vatan evladı bir binbaşı, temellere dinamit yerleştirerek, böyle bir şeye girişmeleri halinde mabedi havaya uçuracağını haykırmıştı. Dolayısıyla Türk milletini daha fazla kimse zorlamasın.

Bu millet hiç ummadıkları anda gereken cevabı vermesini bilir, 1919′ da verdiği gibi…

Aslında Bizans devletini diriltme, Vatikanlaştırma konuları büyük bir planın sadece Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni parçalamak için ortaya atılan ilk bölümüdür.

“Yeni Dünya Düzeni” adı altında oynanan bu oyun, yeryüzündeki devletleri dinsel ve etnik ayrışmalara götürmektedir. Ulus devletleri şehir devletçiklerine bölerek, onları bir bir denetim altına almaya planlamaktadırlar. Türkiye’de bu tezgah Bizans’ın ihyası ile başlamıştır. “İstanbul Şehir Devletçiği” ve daha sonra Türkiye’nin diğer bölgelerinde de başka başka devletçikler oluşturulacaktır. Burada en önemli ayrıntı, hiç bir millet veya devletin egemen olmadan kontrol altına alınmasıdır. Egemenlik yetkisi sadece ve sadece bir avuç azınlıkta olacaktır ve diğer insanlar onlara tabi olacaklardır. Nihai hakimiyetini hedefleyen bu gücün niyeti, kendilerinin efendi diğerlerinin ise köle olduğu bir düzendir. İşte bütün bu oyunlarının tezgahlarının altında tek gerçek vardır: İnsanımıza ve dünya insanlığına reva görülen Kölelik! İşte hazırlanan gelecek budur… [4]

            Sonuç:

            Osmanlılar’da asırlarca devam eden gelenek, İstanbul 1453’te fethedildiğinde de, Osmanlılar tarafından uygulandı. Şehrin en büyük kilisesi, Ayasofya, camiye tahvil edildi ve Fatih Sultan Mehmet askerleriyle birlikte ilk Cuma namazını burada kıldı.

 O günden beri Ayasofya, İstanbul’un Türkler tarafından fethinin simgesi sayıldı.

            Öyle ki Osmanlı döneminde Cuma ve bayram hutbelerinde, Hatip, minbere kılıç kuşanarak çıkar ve zafer alameti olarak gümüş tel takardı. Bu özel tutumla, İstanbul ve Ayasofya’nın kılıçla fethedildiğine tekrar tekrar vurgu yapılırdı.

            Ayasofya, yüzyıllar boyu, gönüllerde Büyük Fetih Camii olarak yer aldı.

            Aynı zamanda bir namus meselesi, millî egemenliğin simgesiydi.

            Birinci Dünya Harbi’nin ardından İstanbul işgal edilmiş, ancak Ayasofya işgal edilememişti!

            Fransız işgal kuvvetleri, yüzyılların hesabını kendileri görmek istiyorlardı. Fransız kuvvetlerin komutanı Franchet d’Esperey’in emriyle bir Fransız taburu Ayasofya’ya yerleşmek ve “camiyi teslim almak” üzere geldi. Ayasofya’yı savunmakla görevli Türk taburunun komutanı Binbaşı Tevfik Bey, caminin büyük giriş kapısına iki ağır makineliyi yerleştirmişti. Tevfik Bey, Osmanlı yönetiminden, Harbiye Nezareti’nden aldığı emirleri dinlemeyerek camiyi tahliye etmeyi reddetti.

            Fransız tabur komutanı Tevfik Bey’e, “Siz asker değil misiniz, burasını tahliye ederek bize teslim etmeniz için emir almadınız mı?” der.

            Binbaşı Tevfik Bey’in yanıtı şöyle olur: “Evet ben de bir askerim. Bir asker olduğum için sizi, ben sağ olduğum sürece bu kapıdan geçirmeyeceğim. Ben aynı zamanda Türk’üm ve Müslümanım ve burası da benim mukaddes mabedimdir. En büyük âmir olan vicdanımdan aldığım emirle sizi buraya sokmayacağım. Şayet cebren girmeye teşebbüs edecek olursanız, işte size ilk cevap verecek olan ağır makinalılar. Yalnız bu kadar değil; eğer bunlar maksadı temin etmezse caminin dört köşesine kafi miktarda tahrip kalıbı yerleştirdim. Her şeye rağmen teşebbüsünüzde ısrar ederseniz bu koca mabed bu taburun üzerine çökecektir ve siz bu mabede giremeyeceksiniz…”

Böylece Fransız taburu çekilir, Ayasofya işgal edilemez.

Hıristiyan âlemi, yüzyıllar boyunca Ayasofya’nın tekrar kilise olması için uğraşıp durdu. Çünkü Ayasofya’nın kilise olması, İstanbul’un Batı tarafından Türklerden geri alınması gibi bir olay olur. Bu derece önemli bir simge…

Batılı’nın tarih bilinci ve yüzyıllardır bu konuda değişmeyen tutumu son derece öğretici.

1934’te halen tartışmalı olan bir kararnameyle ve Celal Bayar’ın anlatımına göre, Balkan Paktı’nda Yunanlılara jest olsun diye, o dönemin koşullarında siyasi bir kararla, Ayasofya müzeye çevrildi.

Bugünlerde Amerika’da yeni bir kampanya başladı.

Kamuoyu önünde kampanyayı başlatan kişi olarak Kris Spiru görünüyor.

 Spiru, Demokrat Parti’nin New Hampshire eyaleti eski başkanı ve Yunan-Amerikan Birliği Başkanı.

Geçen aylar düzenlenen bir toplantı ile Manhattan`da bir örgüt kuran Spiru, hedefinin Ayasofya’yı “Ortodoksluğun kraliyet merkezine” dönüştürmek olduğunu belirtti. Spiru, Ayasofya’nın kilise olarak ibadete açılması için başvurabilecekleri hukuki mercilerden birisinin Strazburg`daki İnsan ve Dini Haklar Mahkemesi olduğunu ifade etti.

Bu kaçıncı kampanyadır, Batı’dan Türkiye’ye yapılan kaçıncı Ayasofya baskısıdır?

Türkiye, bütün bu dayatmaları artık ciddiye almadan Ayasofya’yı Fatih’in vasiyetine uygun olarak eski konumuna getirmeli. Ayasofya, yeniden “Büyük Fetih Camii” olarak toplum hayatında yer almalı, kapılarını halka ibadet için açmalı.

Bunun irticayla, yobazlıkla falan ilgisi yok.

            Ayasofya, kendisini “İslamcı”, “sağcı”, “solcu”, “Kemalist”, “Türkçü”, “Milliyetçi” olarak ifade eden, hangi görüşte olursa olsun her kesimin destek vermesi gereken; sadece iktidarın-muhalefetin, şu ya da bu siyasi partinin meselesi değil, egemenliğin bir simgesi, Türkiye’nin meselesidir.[5]
——————————————————————————–

[1]  5.7.2006 / Aydın Candabakoğlu / Tercüman

[2] 08.07.2006 / Mehmet Şevket Eygi / Milli Gazete

[3] Handan Özduygu / Netpano. com / 30.04.2006

[4] Hakan Yılmaz Çelebi-Judasofya Pegasus yy. İST. 2006)

[5] Uğur Yıldırım / Jeopolitik. Sayı:31 Ağustos 2006

Bu yazımızı okuyan 861. takipçimizsiniz.

gencyolcular

Genç Yolcu 2005 yılında #BirlikteKeşfedelim sloganıyla Gezi • Kültür • Sanat alanında yayın hayatına başlamıştır. İletişim: bilgi@gencyolcu.com

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir