Mütevazı Bilge Şehir: Seul

Şehirler bazen onlarla buluşmamızın zamanı geldiğinde işaretler gönderirler. Seul de tıpkı zamanı gelen diğer şehirler gibi, beklenmedik bir anda aklıma düştü ve uzaklardan gelen çağrısını duyup yola koyuldum. Gi (ruh, enerji), Heung (eğlence, sevinç, heyecan) ve Jeong (sıcaklık, şefkat, sevgi, dostluk) kavramlarının Güney Kore kimliğini oluşturduğunu öğrendiğimde gelenekselliği ve modernizmi bir arada yaşayan bu ülmeyi görme vaktinin geldiğini anladım.

Yağmurlu bir cumartesi akşamı indiğim Seul’de, havaalanından şehir merkezine götürecek otobüsün beyaz eldivenli şoförü, ellerini çene altında birleştirerek verdiği selamla karşılıyor beni. Asya’nın nezaketiyle tekrar buluşmak güzel. İndiğim duraktan kalacağım eve yürürken şehrin seslerini, daha sonra hatırlayacağım ilk görüntülerini zihnime kaydetmeye çalışıyorum. Hanok Village, Seul’ün geleneksel mahallesi. Burası gün boyu turistik olan ancak akşama doğru semtin sakinlerine kalan, geçen yüzyıllara rağmen son derece iyi korunmuş otantik evlerinde semt sakinlerinin yaşamlarını sürdürdüğü mutlaka görülmesi hatta konaklanması gereken yerlerden biri. Eve vardığımı, ev sahibesinin detaylı tarifi üzerine yolumun üzerinde kaçırmamam gereken dar bir sokağa girince anlıyorum.

Zilini çaldığım ahşap kapıyı güler yüzlü ev sahibim açıyor, beni hiç bekletmeden. Bu evde dört gece geçireceğim. Küçük bir avluya bakan dört kapıdan ikisi misafirler için ayrılmış odalara, biri kendilerinin yaşam alanına biri de banyoya açılıyor. Bu küçük odaların sürgülü kapılarının önündeki terlikleri giyerek ev atmosferinin dışında birkaç adım atmak gerekiyor banyo için. Kendi yaşam alanlarında koltuk, konsol, sehpa yok.

Bu durum ekonomik durumlarının göstergesi değil, aksine bir yaşam biçiminin yansıması. Çiftin yerde oynayan çocukları bana sevimli sevimli bakıyor; ev sahibim eşiyle tanıştırıyor ve birkaç sene önce yapmış olduğu Türkiye seyahatinden bahsettikten sonra sürgülü kapısını açarak kalacağım odayı gösteriyor. Yer yatağı ve bir komodinden oluşan bu oda Seul’deki geçici evim.

Ertesi sabah kahvaltıda buharda pişirilmiş pilav, üzerine yağda kızartılmış yumurta ve meyve var. Biraz sohbet ettikten sonra Seul’u keşfetmek için metro hatlarını gösteren haritalara ve sokakların cazibesine bırakıyorum kendimi. Bir akşam önce yağmurun da etkisiyle tenha ve kendi hâlinde olan sokaklar geleneksel evleri fotoğraflamak isteyen turistlerle çoktan dolmuş bile. Bukchon Hanok Village, “hanok” adını verdikleri yüzlerce evden oluşan ve tarihi Joseon Hanedanlğı’na dayanan bir yerleşim yeri. Bazı evler Güney Kore kültürünü yaşatmak amacıyla mütevazı müzelere ve çayevlerine dönüştürülmüş. Buralarda gezmek son derece keyifli.

Haritaya baktığımda bazı noktaların manzara ve fotoğraf açısından kaçırılmaması adına işaretlendiğini görüyorum. Korelilerin bu titiz ve detaycı hâlleri her yerde kendini belli ediyor. Semtin inişli çıkışlı sokaklarında gezerken karşıma çıkan kafeler, butikler de en az evler kadar sevimli. Kendimi bu kültürün bir parçası gibi hissetmemi sağlayan, Koreliler’in özel günlerde giydikleri “hanbok” adını verdikleri renkli bir giysi ile dolaşırken tanıştığım kişilerden güzel yorumlar alıyor, benim gibi “hanbok” giyerek fotoğraf çekenlere katılıyorum. Bukchon Hanok Village, Seul’de görülmesi gereken yerleri keşfetmek açısından oldukça uygun bir lokasyonda.

Burada sokaklarda dolaşmak keyifli ancak daha görmem gereken kocaman bir şehir beni bekliyor. Hemen yakınlardaki Gyeongbokgung Sarayı, Seul’ün 1395 yılında inşa edilen ancak 1592 yılında başlayan Japon işgali süresince yıkılıp daha sonra restore edilen en görkemli saraylarından. Joseon Hanedanlığı’nın yaşadığı sarayın dingin bahçeleri ve etkileyici mimarisi, modern şehrin dinamik caddeleri arasında zamanda yolculuk yapmak gibi.

Saraydan çıkınca ana giriş kapısının karşısındaki Insadong Caddesi’ne yöneliyorum. Burası Seul’ün popüler caddelerinden biri ve Güney Kore mutfağına dair keşifler yapmak için ideal. Trafiğe kapalı caddede onlarca geleneksel restoran, hediyelik eşya mağazası, Güney Kore geleneksel kıyafetlerinin, seramiklerin, “hanji” adı verilen özel bir kâğıttan yapılmış yelpazelerin, antikaların ve tabloların satıldığı çeşitli butikler, çayevleri ve kahveciler sıralanıyor.  Eğer siz de benim gibi vejetaryenseniz Seul’de işiniz biraz zor. Güney Kore mutfağı demek, tavuk ve kırmızı et ile yapılan yüzlerce yemek demek. Sokak satıcılarının tezgâhları, restoranların vitrini Güney Kore lezzetleri ile dolu.

Koreliler restoranlarda olduğu kadar pazarlarda ve sokaklarda kurulan yemek stantlarında yemekten de hoşlanıyorlar. Bir kentin pazarlarında dolaşmak o kentle ilgili pek çok bilgiye erişmek anlamına geldiği için Gwangjang Market’a kadar yürüyorum. Burada buharların arasında gerçek bir yemek deneyimi yaşanıyor. Tezgâhların başındaki kadınlar ciddi, ritmik hareketlerle Güney Kore mutfağının yemeklerini hazırlıyor, deniz yosunu, pirinç ve sebzelerle yapılan ve sushi’yi andıran kimbapları sarıyor. Tezgâhları çevreleyen taburelerde oturanların tabakları çeşitli deniz ürünleri, Kore omletleri ve et yemekleri ile dolup boşalıyor.

Akşama doğru,  şehrin en dinamik semtlerinden Myeong-dong’da bir ışık seli gibi cadde boyunca akan tabelalar; dükkânlardan taşan müzik sesleri, vitrinleri Güney Kore yemekleri ile dolu restoranlar, o anda gözüme sonu gelmeyecek gibi görünen kozmetik dükkânları, irili ufaklı yüzlerce mağaza, kahve zincirleri insanların enerjisi ile birleşiyor. Seul’un kalbi şu an tam burada atıyor.

Yeni bir yeri keşfederken açtığım duyularımın yorgunluğunu günün sonunda hissediyorum. Şehrin hemen her semtinde, bazıları 24 saat açık “jimjilbang” (Kore saunası) var. Korelilerin geleneksel rahatlama yöntemleri olan jimilbangları deneyimlemek için sabırsızlanıyorum. Saunanın herhangi bir spor salonunun girişinden pek farkı olmayan girişini geçip, diğer katları gördüğümde fikrim değişiyor. Belli ki burası Korelilerin rahatlamak dışında sosyalleşmek amacıyla da geldikleri bir yer. Ortak alandaki matlara uzanıp  Güney Kore filmleri izleyenleri, sohbet edenleri, uyuyanları, bu saunalarda satılan ve özel bir yöntemle pişirilmiş olan kahverengi yumurtalardan yiyenleri görünce buradaki sauna kültürünün gerçekten “kendine özgü” olduğunu anlıyorum.

Seul’e gelmeden önce yaptığım “görülmesi gereken yerler” listemde kedi kafeler de bulunuyordu. Myeong-dong’un hareketli sokaklarında yürürken karşıma kedi kafelere yönlendiren tabelalar ya da kedi kostümü içinde el ilanı dağıtan kafe çalışanları çıkmaya başlayınca ilk gördüğüm adrese kendimi teslim ettim. İlk önce, girişte çalışanlardan biri tarafından kısa bir oryantasyona tabi tutuldum. Prosedür sırasıyla şöyleydi; ayakkabılarımı çıkaracak, ellerimi antibakteriyel jel ile temizleyip, eşyalarımı da vermiş oldukları büyük bir poşete koyacaktım. Bundan sonra kedilerle istediğim kadar zaman geçirmek serbestti. Yalnız burada da kedi sevme prosedürleri peşimi bırakmıyordu. Kedileri fazla sıkıştırarak sevmek, havaya kaldırmak gibi ancak kediseverlerin anlayabileceği türden sevgi gösterileri yapmamak gerekiyordu.

Anaokulunun duvarı gibi isimleriyle beraber yan yana asılmış portföy fotoğraflarına baktım. Bu kafenin kadrosundaki yaklaşık 20 kadar kedinin kimi sepetlerde uyukluyor, kiminin tüyleri çalışanlar tarafından taranıyor, kimi masalarda uzanıyordu. Burada bir şeyler içmek de mümkün olduğundan yeşil çay isteyip kedilerin dünyasına kendimi bıraktım. Myeong-dong’un baş döndüren enerjisinden sonra burası benim için kedilerin verdiği huzurla dinlendiğim bir yer oldu.

Bu süre içinde kafeye pek çok kişi geldi ve gitti ancak kediler de sanki bu “geçiciliği” hissettiğinden onlarla özel bir bağ kurmak zor. İstanbul gibi sokaklarında on binlerce kedi yaşayan ve herhangi bir ücret ödemeden kedileri sevebildiğimiz bir ülkede yaşadığımız için mutlu hissettim. Yine de uzak diyarlarda “kedi kriziniz” tutarsa, kedi kafeler kendinizi iyi hissetmek için iyi bir alternatif.

Seul’de geçireceğim son günü duygusal bir ziyarete ayırıyorum. Savaş Müzesi’nin modern mimarisi ve Güney Kore’nin tarih boyunca geçirdiği savaşları sanatsal, interaktif ve detaylı olarak son derece iyi aktaran bölümleri hayranlık verici. Müzenin savaşta Güney Kore’ye yardım eden ülkelere teşekkürlerin sunulduğu bölümünde Türkiye’yi “kardeş ülke” olarak görünce  gözlerim doluyor. Kore Savaşı’nda Türkiye’nin verdiği desteği Güney Korelilerin asla unutmaması ve her fırsatta buna dair şükranlarını dile getirmesi, bu ülkeye gitmenin en büyük mutluluğu ve gururu veren tarafları arasında.

 Alışveriş için girdiğim dükkân sahibinin Türk olduğumu öğrenince, “Üsküdar’a Giderken” şarkısını söylemeye başlaması ve “Türkiye bizim kardeş ülkemiz.” demesi; kaldığım evin sahibesine, Savaş Müzesi’ne gittiğimi, benden 65 sene önce dedemin bu toprakları savunmak için Türkiye’den kalkıp geldiğini söylediğimde şükran duygusunu belli edecek mimiklerle bana teşekkür etmesi gibi zarif tepkiler, Güney Kore seyahatime anlam katıyor. Havaalanına giden trenin camına kendi görüntüm yansıyor. Seul’un ışıklarını arkamda bırakırken bu son derece çalışkan, modern, üretken ülkeyi tüm kalbimle seviyor ve kendilerini bir kez daha takdir ediyorum.
Kaynak / Yazı: Seçil Sağlam Fotoğraf: NMT Photography
Bu yazımızı okuyan 45.293. takipçimizsiniz.

Sebahattin Selimli

1987 Hatay Dörtyol doğumlu. İlk, Orta ve Lise eğitimini Hatay da, üniversite eğitimini Metalürji ve Malzeme Mühendisliği olarak Ankarada tamamladı.Demir Çelik ve Maden sektöründe Yönetici olarak görev yapmaktadır.Yabancı Dili iyi seviyededir.Ticari ve gezi amaçlı 20 den fazla ülkeye Seyehat etmiştir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir