Medine Müdafaası: Çöl Kaplanı Efsane Türk Komutan Fahreddin Paşa

Anne tarafından Akıncı Beyi Bali Bey’in soyundan olan Ömer Fahreddin Paşa¸ 1868’de Tuna Nehri kıyısında Rusçuk’ta doğmuş¸ Cihan Harbi’nin sonunda¸ bütün Anadolu’nun “Eyvah bunca şehitlere¸ bunca fedakârlığa rağmen¸ artık her şey bitti.” feryadıyla karanlıklara gömüldüğü günlerde¸ uzaklardan¸ Ravza-i Mutahhara’dan bir fecir yıldızı gibi parlamıştır.

Fahreddin Paşa ve Medine Müdafaası başta olmak üzere cephelerde bulunan askerler¸ sadece düşmanla değil¸ nereden geleceğini bilmedikleri ihanetlerle¸ hainliklerle¸ casuslarla da savaşıyorlardı. Lâkin tüm bunlardan da önemlisi¸ belki de¸ açlık tehlikesiyle¸ hastalıkla ve yoklukla da savaşmalarıydı. Fahreddin Paşa¸ demiryolunda nöbet tutan askerlerin her gün üçer beşer güneş çarpmasından öldüğünü görür. Önce nöbet saatini yarım saate kadar indirir. Sonra¸ her nöbetçi askerin yanına bir saka koyar. Yani nöbete iki kişi çıkılır¸ biri saka… Bir de “samyeli” korkusu¸ tehlikesi vardır. Serinlemek için akşamları göğsünüzü açtığınızda; vücudunuza giren mızrak gibi yel¸ öldürücü hastalıklara dönüşüyor. Bir de incecik¸ sıcacık çöl kumu¸ boğaz ve burun deliklerinden kupkuru tabaka oluşturup¸ nefes almayı imkânsızlaştırır… Her karakolumuza günde ancak birkaç matara su verilebiliyordur. Hurma sepetleri şemsiye diye kullanılır!…

Fahreddin Paşa’nın günlük emirlerine baktığımızda¸ başta sıtma olmak üzere yüzlerce hastalığın kol gezdiğini anlıyoruz: “Ağız yaralarından diş etleri çürüyor ve dişler dökülüyor. Yemekler lâyıkıyla öğütülemiyor. Mide ve bağırsak hastalıkları¸ hazımsızlıklar¸ ishaller baş gösteriyor. Vücut zayıf düşüyor. Her hafta bütün erlerin ağızları doktorlar tarafından muayene edilecek. Ağız yaralarının tesirleri erlere akılları ereceği gibi anlatılacak. Ağızları kirli ve yaralı askerlere günde iki üç defa koku giderici ilaçlar ile sulandırılmış tentürdiyot gibi karışımlarla gargaralar yaptırılacak…”

Medine Müdafaası

Fahreddin Paşa’nın savunduğu Medine dışındaki hemen hemen bütün merkezler¸ asilerin eline geçmişti. Medine kuşatma altındaydı. Fahreddin Paşa komutasındaki Hicaz Seferî Kuvvetleri¸ Medine kuşatmasını püskürttü. İngilizlerin büyük ümit bağladığı isyancı kuvvetler sayıca üstünlüklerine rağmen bozguna uğramış¸ Fahreddin Paşa fiilen katıldığı savunmanın ardından Medine’yi kontrol altına almıştı. Osmanlı’nın¸ Filistin ve Hicaz’ı aynı anda savunacak gücü kalmayınca; Kudüs’ü kurtarmak için Medine’deki kuvvetlerin Filistin’e kaydırılmasına karar verilmişti. Medine’nin boşaltılması haberini alan Fahreddin Paşa¸ Cemal Paşa’ya şu telgrafı çekmiştir: “Bu mukaddes şehri¸ Hazret-i Peygamber’in Ravza-i Mutahhara’sını mühim ağırlıkların sevkinden sonra¸ son dakikaya kadar muhafaza ile ecdadımızın Medine’ye¸ anavatanın kıblegâhına yerleştirmiş oldukları bayrağımızın bana kaldırtılmamasını kemâli hürmetle istirham ederim.” 

Fahreddin Paşa¸ hiç değilse Medine’nin savunması için kendisine bir piyade alayı ve bir batarya bağışlanmasını taleb edecek; askerî strateji gereği Medine’nin boşaltılması kararını verenlerden Cemal Paşa¸ Fahreddin Paşa’nın; Enver Paşa da¸ Talat Paşa ve Padişah’ın etkisiyle kararlarını değiştireceklerdi. Bu biraz da hissî bir tavır anlamına geliyordu. Enver Paşa ile Cemal Paşa ilk önce istemeye istemeye¸ harp durumu gereği verdikleri boşaltma kararından¸ sadece kalplerinin sesini dinleyerek vazgeçmişler¸ Fahreddin Paşa’nın çığlığına kayıtsız kalamamışlardı. Medine boşaltılmayacak ve sonuna kadar da savunulacaktı.

Bu yeni durum karşısında yeni tedbirler alınması gerekiyordu. Medine’de silahlı kuvvet dışında bulunan ve artık beslenmeleri güçleşen kimselerin¸ fazla yük olmamaları için çıkarılıp Şam’a gönderilmeleri gerekiyordu. Fahreddin Paşa yağma ihtimaline karşı Medine’de Hazret-i Peygamber (s.a.v.)’in kabrinde bulunan “Mukaddes Emanetler”in İstanbul’a nakledilmesini teklif etti. Çünkü Medine’nin İstanbul’la irtibatını sağlayan demiryolu kısmen yağmacıların eline geçmiş¸ ulaşımın zorlaşması ve Anadolu’yla irtibatın kesilmesi söz konusu olmaya başlamıştı. Paşa¸ bir komisyon kurarak tek tek kontrol ettiği mukaddes emanetleri¸ sağ salim İstanbul’a ulaştırıyordu. Mukaddes emanetlerin yanında¸ hasta ve tebdili havalı erler¸ subay ve memur aileleri¸ bin kadar subay¸ er¸ memur¸ Mevlevî sıhhiye bölüğü¸ 130. Alay’ın bir taburu da Medine’den gidiyordu. Yerli ahalinin de bir kısmı şehir dışına çıkınca¸ toplam nüfus 40 bin eksilmişti.

Rahmet – Bereket

Fahreddin Paşa¸ elinde kalan az sayıda kuvvetle hem bu çöl yolunu¸ hem de Medine’yi müdafaaya devam etti. Fakat Hicaz Demir Yolu’nun Medine’ye yakın olan Tebük-Medain arasındaki istasyonunun düşman eline geçmesinden sonra Medine Kalesi isyancılar tarafından kuşatıldı. Hiçbir yerden yardım alamaz durumda olan halk ve asker arasında açlık ve hastalık hüküm sürmeye başladı. Hurmadan başka yiyebilecek hiçbir şey kalmamıştı. Medine açlıkla boğuşurken birden bire gökyüzünden çekirge yağmaya başladı. Herkes elde kalan bir avuç tahılın¸ hurma ağaçlarının mahvolacağını düşünerek çekirgelere korkuyla bakıyor; “Eyvah¸ Medine şimdi bitti!” diye ah çekiyordu. Fahreddin Paşa ise Afrika’dan Sina’yı geçerek Medine’ye musallat olan çekirgelerini nimet olarak değerlendirmişti. Ona göre bu bir afet değil¸ göklerden gelen bir ikramdı. Paşa¸ okuduğu eski kitaplar arasında¸ Hazret-i Peygamber (s.a.v.) döneminde de Hicaz’da böyle bir çekirge istilasının olduğunu ve Peygamberimiz’in çekirge ile ilgili birtakım hadislerinin bulunduğunu hatırladı. Bu hadisleri arayıp bulan Fahreddin Paşa¸ buradan hareketle çekirge yemenin sünnet olduğuna hükmederek bunu askerlerine aktardı. Çekirge kurusunu çerez gibi yerken¸ çekirge unundan ekmek yapıp günlerce bu şekilde beslendiler. Gökten yağan çekirgeler¸ rahmet ve bereket olmuş¸ müdafaaya büyük katkı yapmıştı.

Askerlerine şöyle diyordu Paşa: “Serçe kuşundan ne farkı var? Yalnız tüysüzdür. Fakat serçe gibi kanatlı ve uçar ve yeşilliklerle beslenir. Serçe gibi huysuz¸ serçe kadar asabi¸ yediği şeyleri titizlikle seçer¸ temiz ve taze şeyler yer. Hem de tiryaki ve keyif sahibidir. Tütün ve limondan pek zevk alır. Sonra topluca yaşamayı sever. Nereye gitse¸ hep beraber¸ kafile hâlinde gider¸ birbirinden ayrılıp¸ dağılmazlar. Tıpkı serçeler gibi… Hicaz ve Yemen Araplarının başlıca gıdası çekirgedir. Bedeviler sağlamlık ve çevikliklerini çekirgelere borçludurlar. Fahreddin Paşa¸ askerin hem moralini yüksek tutmak¸ hem de açlığını gidermek için tüm bilgi ve birikimini ortaya koyuyordu. Kavurucu sıcak altında¸ düşmanla ve yoklukla mücadele de böylece sürüyordu.

Mondros Ateşkesi’ne Karşı Örnek Mücadele

Şam işgal edilmişti. Osmanlı İmparatorluğu Filistin¸ Lübnan¸ Suriye¸ Irak ve bütün Arabistan’ı fiilen kaybetmişti. Bir tek Medine direniyordu. İşte böyle bir durumda¸ 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkesi imzalandı. Sadrazam Ahmet İzzet Paşa imzalı acele bir telgrafla Osmanlı Ordularına şöyle duyuruldu: “Dört seneden ziyade din ve namus uğrunda akıllara sığmayacak fedakârlıklar gösterildikten sonra¸ içinde bulunduğumuz devletler birliğinin mağlubiyet ve büyük güçsüzlüğe uğraması Osmanlı Devletimizi¸ İtilâf Devletleri’yle antlaşma yapmaya zorladı.”

Antlaşmanın bir maddesinde Hicaz ve Yemen’de bulunan Osmanlı Kıtaları ve garnizonlarının en yakın İtilâf Devletleri kumandanına teslimi şartı bulunmaktaydı. Mütareke haberi değişik kanallardan Medine’ye yayıldığında¸ Fahreddin Paşa askerlerini ve Medine’nin ileri gelenlerini Harem-i Şerif’te topladı. Topluca kılınan öğle namazından sonra¸ Fahreddin Paşa¸ Ravza-i Mutahhara’nın gümüş parmaklığı önünde¸ bir müddet durup kendinden geçmişçesine dua ettikten sonra¸ büyük bir al sancağı göğsüne dolayarak¸ minbere çıktı. Nefesler tutulmuş¸ tüm dikkatler Paşa’ya verilmişti. “Ey Nas! Size bin üç yüz yıl öncenin bu kubbeleri çınlatan ilâhî¸ mukaddes sesiyle hitap ediyorum. Ve mübarek kabrinde diri olan Peygamberi Zişanımızı Hazret-i Muhammed (s.a.v.) huzurunda ahd ü peyman ederek diyorum ki: ‘Biz ne kadar kuvvetli düşmanlar karşısında bulunursak bulunalım¸ Allahu Teâlâ’nın izni ve O’nun Rasûlü Ekrem’inin şefaati ile zerre kadar fütur getirmeden mukaddes bildiğimiz mücadelemize devam edeceğiz. İngiliz altınlarına karşılık¸ İslâm kanı dökmekten zevk alan karşımızdakiler Medine’nin Suriye ile yegâne bağlantısı olan demiryolunu muhtelif yerlerden kestikten sonra Bedevilerin şehre erzak getirmelerini men ile Medine’yi cebren alacaklarından bahisle¸ şimdiden teslim olmamızı teklif ediyorlar.

Ey Nâs! Malûmunuz olsun ki¸ şecî ve kahraman askerlerim¸ bütün İslâm’ın sırtını dayadığı yer¸ mânevî gücünün desteği¸ Hilâfetin gözbebeği olan Medine’yi son fişeğine¸ son damla kanına¸ son nefesine kadar muhafazaya ve müdafaaya memurdur. Bu asker Medine’nin enkazı ve nihayet Ravza-i Mutahhara’nın yeşil türbesi altında kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe¸ Medine-i Münevvere kalesinin burçlarından ve nihayet Mescid-i Saadet minareleriyle yeşil kubbesinden al sancağı alınmayacaktır! Allahu Teâlâ bizimle beraberdir. Şefaatçimiz O’nun Rasûlü Peygamberimiz Efendimiz’dir. Ey bütün tarihi eşsiz kahramanlıklar¸ şan ve şereflerle dolu Osmanlı Ordusu’nun yiğit zabitleri! Ey her cenkte cihanı tir tir titretmiş¸ asla kimseye boyun eğmeyerek daima namus ve din borcunu kanıyla ödemiş kahraman Mehmetçiklerim¸ kardeşlerim¸ evlatlarım! Gelin¸ hep beraber Allah’ın ve işte huzurunda huşû ve vecd içinde gözyaşları döktüğümüz Peygamberinin karşısında hep beraber¸ aynı yemini tekrar edelim ve diyelim ki¸ Ya Rasûlullah¸ biz seni bırakamayız!”

Bir ânda sanki gökler gürlemiş¸ yer yerinden oynamıştı. Kubbeler yeminlerle çınlıyordu. Son sözünü gözyaşları içinde haykıran Paşa¸ minberden ağır ağır inerken kendisini Mehmetçiğin kollarında buldu. Allah Rasûlü’nün huzurunda¸ kumandan da¸ subay da¸ er de Allah Rasûlü’nün ümmetiydi. Âdeta bir bayram sabahı gibi neşe vardı¸ herkes birbiriyle kucaklaşıyordu. Fahreddin Paşa¸ 6 Kasım 1918’de Ahmet İzzet Paşa’dan gelen emre net bir cevap vermemişti. Paşa oralı bile değildi. Askerleri gerekli müdafaa tedbirlerini almaya sevk ediyordu. Fahreddin Paşa gökyüzünü bir alev gibi kaplayan güneş altında¸ bir damla su için çatlak dudaklarıyla matara ağızlarına yapışan Mehmetçikle birlikte bir destan yazıyor; Medine’den Millî Mücadele’ye de taşınacak olan bir meşale yakıyor¸ teslim olmuyordu!

Osmanlı Devleti’nin silâh bıraktığı Mondros Ateşkesi’nden sonra¸ 70 gün Medine’nin savunmasını terk etmeyen Ömer Fahreddin Paşa¸ “Ya Rasûlallah! Ben seni nasıl bırakırım.” yakarışlarıyla Ravza-i Mutaharra’nın başında bekliyordu. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’le son kez vedalaşmaya giden Paşa¸ birdenbire yaverine “Burada kalacağız!” dedi. Ancak; İngilizlerin¸ Paşa’nın teslim olması yönünde artık çok büyük bir baskısı vardı. Kaderdi… Takdir-i İlâhî idi. Bunlara rağmen; Paşa¸ kılıcını düşmana teslim etmiyor¸ Hazret-i Peygamber (s.a.v.)’in mescidine emanet olarak bırakıyordu.

Kaynak: Somuncu Baba Dergisi – Rasul Kesenceli

Bu yazımızı okuyan 1.538. takipçimizsiniz.

Hamit Demir

1991 Kahramanmaraş doğumlu. İlk, Orta ve Lise eğitimini Malatya Darende tamamladı. Darende Hulusi Efendi Kuran Kursunda hafızlık eğitimini tamamladı. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu. Aynı fakültede Tasavvuf Anabilim Dalı'nda Yüksek Lisans'ını tamamladı. Katar Üniversitesinde Arapça üzerine eğitim aldı. Sivas Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı'nda Araştırma görevlisi olarak görev yapmakta ve Doktora eğitimine devam etmektedir. İngilizce ve Arapça bilmekte, Beşiktaş taraftarı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir