Kültür Köprüsü: Edirne

Edirne’nin Muhteşem Tarihî Mirasının İzleri Ve Mütevazı Atmosferi Türkiye’nin Batısında Keşfedilmeyi Bekleyen Kıymetli Bir İnci Gibi Duruyor. Türkiye’yi ziyaret ederken en çok zorlandığım konu ziyaret edeceğim şehirleri seçmekti. Başlı başına  bir ziyareti hak ettiği için seçenekler arasından çıkarmak zorunda kaldığım İstanbul olmadan bile Anadolu’nun Ege ve Akdeniz kıyı şeridinde görülecek birçok yer vardı.

Türkiye’de karşılaştığım en hoş sürprizlerden biri ne İstanbul’da ne de ülkenin güneyi ya da doğusundaydı. Tahminlerin aksine bu sürpriz batıda, Türkiye’nin Avrupa yakasında kalan Bulgaristan ve Yunanistan sınırındaydı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul’dan önceki başkentlerinden kadim Adrianopolis’in soyundan gelen Edirne’nin muhteşem tarihî mirasının izleri, daha da göz alıcı bugününe yansıyor. Şehir merkezinde, ağaçlarla bezeli ilk deneyimim biraz şaşırtıcıydı: İstanbul’un ve kıyı şehirlerinin keşmekeşinden sonra böylesine sakin bir atmosferle karşılaşmayı beklemiyordum. Bu ritme ayak uydurmaya çalışırken 500 yıldır şehrin ufkunu süsleyen en ünlü simge yapısına doğru yürümeye koyuldum.

Edirne

1575 yılında II. Selim’in emriyle inşa edilen Selimiye Camii, imparatorluğun efsanevi mimarı Mimar Sinan’ın ustalık eseri olarak kabul ediliyor. Bunun tek nedeni 83 metrelik minareleri ya da 43 metre yüksekliği ve 31,25 metre çapıyla göz kamaştıran kubbesinin heybeti değil. Daha çok, İstanbul’daki Bizans eseri Ayasofya’dan esinlenilen ve bir ağırlığı yokmuş gibi görünen dış hatlarının ahengi. Devasa kubbenin altında gezindiğimi gören yaşlı bir teyze “Gel, Gel!” diyerek beni müezzin mahfiline götürdü.

Teyzenin işareti sayesinde kendi başıma olsam asla fark edemeyeceğim bir detayı keşfettim. Sütunlardan birinin üzerinde mermere yontulmuş ters bir lale motifi vardı ve caminin bugüne kadarki binlerce ziyaretçisinin dokunuşu sebebiyle parıldıyordu. Kimileri bu motifi caminin bugün yer aldığı noktada yetişen lalelerin bir hatırası olarak görürken kimileriyse Allah’ın bir sembolü olarak yorumluyor.

Selimiye’nin etrafında rengârenk ve sakince yayılan Edirne’de Osmanlı görkemini yansıtan birçok yapı görebiliyorsunuz. Mumu andıran kırmızı ve beyaz minareleriyle Üç Şerefeli Camii, daha “ağırbaşlı” bir görünümü olan Eski Camii ve geniş bedesten bunlardan yalnızca birkaçı.Kaleiçi’nin geleneksel ahşap evlerinin sıralandığı sokakları gezerken yakın zamanda yenilenen, aslen 1903 yılında Mağribi tarzında inşa edilmiş Büyük Sinagog’un önünde durdum.

Sonrasındaysa Meriç Nehri’nin üzerine kurulu şehrin en güzel köprüsüne doğru yol aldım. Balkanlar’ın bu köşesinde Meriç, Arda ve Tunca gibi üç ana nehrin birleştiği noktada yer alan Edirne’de ulaşımı kolaylaştırmak için inşa edilmiş, Osmanlı döneminden kalma pek çok köprü var. XIX. yüzyılda inşa edilen Meriç Köprüsü çok kemerli, etkileyici bir yapı ve D100 karayolunun bir parçası olarak bugün de hizmet veriyor.

Nehrin kafe ve restoranlarla dolu yemyeşil güney kıyısının davetineyse karşı koyamıyor ve masalardan birine oturuyorum. Şehrin yerel lezzeti tava ciğerini tadıp Meriç’in akışını izleyerek dinleniyorum.

Edirne

Sonraki durağımın edebî anlamda manevî bir değeri var. Doğu estetiğinin güzel bir örneği olan ve 1871’de inşa edilen Karaağaç İstasyonu, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ilk demiryolu istasyonuydu. 1922 yılında Hemingway bu istasyondan geçmiş, daha sonraysa Kilimanjaro’nun Karları kitabında buraya yer vermişti. İstasyon bugün Trakya Üniversitesi’nin Güzel Sanatlar Fakültesi olarak kullanılıyor.

Merkezdeki bu turun ardından Edirne’nin keşfedilmeyi bekleyen yerlerle dolu dış mahallelerini gezmeye başlayabilirim. Osmanlı sultanlarına ev sahipliği yapan Edirne Sarayı’nın kartpostalı andıran kalıntıları, Tunca Nehri’nin üzerindeki, XV. yüzyıldan kalma Fatih Köprüsü ve etkileyici Adalet Kulesi, imparatorluğun ilk yıllarına ışık tutuyor.

Edirne, 1362’den İstanbul’un fethine kadar başkentti; daha sonraysa sultanlar ve önemli aileler kente birçok cami, bedesten, köprü ve hayır kurumu kazandırdı.

Sultan II. Bayezid Külliyesi (Bugün aynı zamanda Sağlık Müzesi) zihinsel hastalıkların tedavisi için 1488 yılında kuruldu ve 400 yıl boyunca bu işlevini sürdürdü. Sarayın eşsizliği, gölgelik avlusuna adım attığım an kendisini gösterdi.

Etrafımı saran zarif ve dingin Osmanlı tınıları burada uygulanan müzik terapisini gözlerimin önünde canlandırır gibiydi. Odalarda sergilenen obje ve heykeller imparatorluğun tıp tarihine ışık tutuyor. Müzik terapisinin de aralarında bulunduğu bu yöntemler zamanının son derece ilerisindeydi. Müze 2004 yılında Avrupa Konseyi Müze Ödülü’ne layık görüldü.

Etraftaki tepelerin en yükseğinde bulunan ve uzun süredir kullanılmayan hisarda yer alan Şükrü Paşa Anıtı ve Balkan Savaşı Müzesi daha sade bir deneyim sunuyor. Muhtemelen bu hisar, her iki tarafın da büyük kayıplar verdiği I. Balkan Savaşı (1912-13) sırasında Bulgar kuvvetlerinin en zorlu kuşatmasına tanıklık etti. Bugün de ayakta duran bu yapı, bölgenin çalkantılı tarihînin sessiz bir tanığı âdeta.

Her karışı tarihle iç içe geçmiş bir şehir olan Edirne canlılığından hiçbir şey kaybetmemiş. Bu değerli kenti keşfedişimi, meyve şekilli süs sabunlarının ünlü olduğu bedestende yaptığım alışveriş ve Mimar Sinan’ın harika eserinin gölgesinde yediğim  akşam yemeğiyle kutladım.

Edirne

Kaynak: Yazı: Dimana Trankova Fotoğraf: Alp Kaya, Fatih Mehmet Özdemir

Bu yazımızı okuyan 3.024. takipçimizsiniz.

Yavuz Karakuş

1979 İstanbul Üsküdar Doğumlu, O gün bu gündür İstanbul'da ikamet etmekte. İstanbul'da yaşayan değil ,İstanbul'u yaşayanlardan. Küçük yaştan itibaren aileden kaynaklı bir ticaret kervanının içinde büyüdü geleneklere uyarak ticareti devam ettirmekte. Gezmeyi, gezerek keşfetmeyi, spor yapmayı sever. Otomobil tutkunu. Otomotiv dünyasındaki tüm gelişmeleri takip eder ve paylaşır. İngilizce ve Arapça bilmekte, Evli ve bir çocuk babası.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir