Bir Yabancının Kaleminden Osmanlı İnsanı

“Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer. “Bu yazımızda, sîze Avrupalının barbar diye tanıdığı ve bize de o şekilde tanıtmaya çalıştığı Osmanlıyı, yine bir Avrupalının kaleminden bir nebze olsun aktarmaya çalışacağız.

Fransız tarihçi Jean Henri Abdolanyme Ubicini (1818—1884) gezdiği 1855 Türkiye’sini kaleme aldığı “La Turquie aktuelle” adlı eserinde bizzat yaşadığı hadiseleri tarafsız bir şekilde abartmaya kaçmadan anlatıyor. İnsan unsurunun ve onun içtimai münasebetlerinin anlatıldığı eser, o günün insanı ile günümüz insanının farklı yönlerini öğrenmek açısından ehemmiyetli bilgiler vermektedir.

“Dünyada gerçek inançdan daha güzel ne vardır? Osmanlı inancının doğru olduğunu yürekten kabul ettiği için güzeli bulmuştu. Onu bu sebeble hoşgörüsüz ve fanatik saymakta ne kadar haksız olduğumuzu “Lettres sur la Turquie” adlı kitabımda örneklerle ispatlamıştım. Osmanlıyı hiçbir şey inancından ayıraraayacağından, inançlarından dolayı da kimseyi hor görmezdi. Şu veya bu sebeble ona sempatik görünseniz, “Allah sonunu hayırlı etsin.” Yani Allah sana müslüman olma lütfunu bahşetsin anlamına gelen bir temennide bulunabilir. Fakat bu kadarla yetinir; daha ileriye gitmek inancına aykırıdır.

Osmanlının diğer din mensublarına, inancı yüzünden zulüm yaptığı asla görülmemiştir; aksirre hristiyan fanatizminin kurbanlarına kapıları daima açıktır. Tarihe bir göz atın. Onbeşinci yüzyılda İspanya ve Portekiz’den atılan binlerce yahudi Osmanlı’ya sığınmıştı. Onların torunları üçyüz yıldan beridir bu memlekette sakin bir hayat sürmektedirler ve ne gariptir ki burada da kendilerini hristiyanların bilhassa Ortodoksların zulmünden korumak için çırpınmaktadırlar. Hâlâ bugün, Atina’da paskalya şenlikleri süresince hiçbir yahudi sokağa çıkmaya cesaret edememektedir. Osmanlı’da hiç değilse resmi otoriteler araya girip müdafaa etmektedirler.

Osmanlı, engin bir hoşgörüye sahipti. Sadece, bu hoşgörüden faydalanarak hristiyan propagandası yapmak suretiyle vicdanlarda ve devlet içinde kargaşalıklar çıktığında tepki göstermiştir. Rollerini anlayanlar sadece, Türkiye’ye 1781’de gelmiş olan Lazarist adlı puta tapıcılardır. Bu se-bebden ötürüdür ki, faaliyeti etkili olan sadece onlardır.
Mahalli otoriteler gayeleri yardımseverlik olan bu tarikatı desteklemektedir.
O kadar ki Bab—ı Âli’nin yüksek memurlarından Hasip Efendi, 1844’de rahibelerin manastırını ziyaret ettikten sonra layık görecekleri talebeye giydirilmek üzere bir, ilk komünyon gelinliği göndermişti. Aynı yıllarda bir başkası oğlunu lazaristlerin Bebek’teki kolejine emanet etti. İstanbul hoş karşılamadı, yaşlı ulemalar isyan edici sesler çıkardılar. Baba korkup, oğlunu üzülerek geri aldı. Hadise sultanın kulağına gitti; babayı ve oğlunu huzuruna çağırdı, önce oğula döndü ve şöyle konuştu:

— Puta tapıcılar seni dininden çevirmeye yeltendiler mi?
— Hayır.
— Kendi inançlarını kabul ettirmek için herhangi bir dolaylı yol denediler mi?
— Hayır.
— Bir müslümanın duymaması gereken herhangi birşey söylediler mi?
— Hayır.
Sultan, bunun üzerine babaya döndü ve:
— Madem öyle oğlunu o okula iade et ve tasalanma, dedi.

Osmanlının hoşgörüsü lehine daha kesin bir ispat ise, şarkta kilisenin imtiyazlarının kaynağı olan kapitülasyonları, Osmanlı’nın en güçlü olduğu ve siyasi alanda hiçbir dış müdahaleye maruz bulunmadığı bir devirde tanımasıdır.

İyilikseverlik, Osmanlı için bir borç olduğu içindir ki, minnettarlık denen şeyi bilir. Şair Nabi, “Oğluma Öğütler” adlı eserinde, “Kapını dervişlere ve fakirlere açık tut, bil ki bu, Allah nazarında bir cami inşa etmekten devamlı oruç tutmaktan veya hac’ca gitmekten daha makbuldür” diyor. Burada, şahit olduğum ve Osmanlının kendisine yapılan iyiliği unutmadığını gösteren bir vak’ayı anlatmak isterim:

İstanbul’da birkaç saatte bir mahalleyi kül eden yangınlardan biri bir akşam Pera’da çıkıvermişti. Oraya birkaç yüz metre mesafede oturan yabancı bir tüccar, yangın nasılsa oraya da sirayet eder diye eşyalarını toparlamaya başladı. Vakit kaybetmeye gelmezdi. Karısı, çocukları ve hizmetçileriyle harıl harıl çalışıyordu. Komşulardan hayır yoktu, herkes kendi derdine düşmüştü. Bu sebeble İş ağır ilerliyor, yangın ise hızla o yana sirayet ediyordu. O sırada yirmi kadar tulumbacı koşturdular. Aralarında bulunan elli yaşlarında beyaz sarıklı bîr adam, elini kuşağına daldırıp durmadan para çıkarıyor, adamlara dağıtıyor, onları, şevke getiriyordu. Bu sayede yalnız mobilyalar değil, ev de kurtuldu.

Afet atlatıldıktan sonra, Avrupalı tacir adama yaklaştı. Teşekkür etti. Hayretini açıklamaktan da kendini alamadı. Adam: “Adım Hasan Pabuççuoğlu’dur. Yirmi yıl önce babam yabancı memleketteyken ona yardım etmişler. Öldü. Borcunu eda etmek bana düşüyordu. Ben de bir fırsat bekliyordum. Nihayet Allah duamı kabul etti. Borcumu eda ettiğim için çok bahtiyarım.” dedi.

Onlar kadar misafirperver bir millete rastlamadım. Her yanında, müslüman nezaketiyle halk, yabancıya kucak açar. Türk aleyhtarı yazarlar bile bu meziyetlerini kabul ederler. En fakir köyde bile misafirhane denen bir ev bulunmaktadır. Oraya varan yolcu kendisine bir tabak pilav ve kuzu kızartması verileceğinden emin olabilir. Ertesi gün yola çıkarken bütün köy halkı onu uğurlamaya gelir. Ancak Avrupalılaşmanın girip yayıldığı yerlerde bu eski ve güzel adetler gittikçe silinmektedir.

Din bütün müesseselerine tesir etmekle kalmamış, bütün meziyetlerinde de kendisini göstermiştir. Bu yüzden sadakası da inancı gibi sade ve gösterişsizdir. Şairlerinden biri ne güzel söylemiş: “Dilerim, cömertliğinin seli avuçlarından fışkırsın fakat, gürültüsünü kulakların duymasın.” Bizlerin doğma, kültür, manevi vazifeler, vicdan ve yazılı kanunlar dediğimiz şeylere karşılık onlar bir tek mefhum tanırlar: Din. Bütün şekilleriyle vazife onlarda Allah inancının dışında değildir. Bütün davranışları dini karakter taşır. Beş vakit namazını kılarken, sadaka verirken ve vatanı uğruna şehit düşerken dini vazifelerini ifa ettiği hissini taşır. Bu sebebtendir ki, Osmanlı’da gerçek vatanseverler, dindarlardır. Dinsizliği vaaz eden Jön Türkler’de vatanın geleceği kaygısı yoktur. Ferdi kaygıdan ötesini aramamak gerekir onlarda. Zamanla bizdeki gibi din yerine vatan mefhumunu geniş halk kitlelerine duyurmak ve kabul ettirmek mümkün değildir demiyorum; ama iş bu safhaya gelinceye kadar Osmanlı’nın hali nice olur? Başarıldığı takdirde Osmanlı neye döner bilemiyorum.

Bu sebebledir ki halen batılılaşma krizi devam etmekteyken kısa zamanda yok olacağını tahmin ettiğim tipin belli başlı hususiyetlerini kaleme almak istedim. Osman Ağa bu tipin güzel bir misalidir.

İslam’a kuvvetle inanıyor muydu bilmem ama bütün davranışlarını samimi bir inancın rehberliği altında yapıyor intibaını uyandırıyordu. Din onun için gerçekten doğru yoldu. Ağırbaşlı bir insandı ve konuşması oldukça ağırdı. Türklere has bu ağırlık onlardaki vakann bir belirtisidir. Araplara ve özellikle İranlılara nazaran daha az nüktedan olmakla beraber Osmanlı, müşahade alışkanlığının verdiği bir inceliğe sahipti. Onda nükteye mukabil sağlam bir sağduyu vardır. Bu sebeble konuşmadan önce uzun uzun düşünür. Söylediklerinizi, lafınızı bitirmeden önce anladığı halde sonunu beklemekle kalmaz bir an durup sakalını sıvazlar. Çoğu zaman sadece bir işaretle cevap verir.
Bu ağırbaşlılık onlara tabii bir vakar kazandırmaktadır. Görgüden çok ruhlarındaki dengeden husule geldiği için bu karaktere her sınıf ve her yaştaki kişilerde rastlarsınız. Bir dilencide bile o sakin ve vakur hava görülür. Uzattığınız sadakayı minnetle alır, fakat asla İstemez; alırken de kendini sizden aşağı telakki etmez. Fakiri de, zengini de dini vazifelerini ifa eder, biri kaderine boyun eğmiştir, öteki bahtsızların acılarını azaltmak için gayret sarfeder.

Osman Ağa vatanının geleceğinden dolayı üzüntüler içindeydi. Yirmi yıldan beridir tatlılıkla veya zorla kabul ettirilen reformlann (Tanzimatla gelen yenilikler) neticesi işin nereye varabileceğini görmeyecek kadar basiretsiz değildi; bu sebebledir ki, geçmişi sık sık hatırlar, Osmanlıların eski ihtişamıyla halen içinde yaşadıkları düşüşü karşılaştırdıkça içi kan ağlardı. “Eh! ne yaparsınız!” dedi bana birgün. “Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, hristiyan sigara istedimi, müslüman koşup ateş getiriyor.” Son hadiseler, onda nasıl bir tesir uyandırdı bilmem. Belki ölmüştür de görmemiştir; fakat hâlâ yaşıyorsa şimdi eskisinden daha hüzünlü ve eziktir herhalde”
Değerlendirmeyi siz okuyucularımıza bırakıyoruz.

Kaynak: sızıntı

Bu yazımızı okuyan 1.279. takipçimizsiniz.

gencyolcular

Genç Yolcu 2005 yılında #BirlikteKeşfedelim sloganıyla Gezi • Kültür • Sanat alanında yayın hayatına başlamıştır. İletişim: bilgi@gencyolcu.com

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir